Başarı…
Kulağa ne kadar güçlü geliyor değil mi? Ama neye göre, kime göre? Yoksa başarı, sistemin bize dayattığı, iliklerimize kadar sızmış bir “başarılı görünme mecburiyeti” mi?

Bugün nereye dönsek, karşımıza “başarılı ol” diyen bir ses çıkıyor. Okulda, sınavlarla başlayan bu maraton, iş dünyasında hedeflerle, raporlarla, prim oranlarına entegre olarak devam ediyor. Evde, aile içinde bile çocuklarımızı birbirine kıyaslarken farkında olmadan aynı virüsü yayıyoruz: “Bak kardeşin ne güzel yaptı, sen neden yapmadın?” Oysa belki o çocuk, başka bir alanda çoktan kendi içsel başarısını yaşamıştır. Ama sistem onu görmez. Çünkü sistemin başarı tanımı, ruhun değil verimin ölçüsüdür.
Okulda başarı: Ezberin gölgesinde kalan merak
Eğitim, çoğu zaman merakı öldürüp ölçülmüş başarıyı kutsar. Bir çocuğun gözlerindeki parıltıyı değil, sınavdaki doğru sayısını alkışlarız. Oysa öğrenmek, bir yolculuktur; bir rekabet değil. Başarıyı sadece notla ölçen sistem, merak eden ama kalıba sığmayan insanları “başarısız” ilan eder. Belki de en büyük başarısızlık, merak duygusunu kaybetmektir.
İş dünyasında başarı: Rakamlara sıkışmış ruhlar
Yetişkin olduğumuzda tablo değişmez. Performans, satış, büyüme, hedef… Rakamlar artarken ruhlar küçülür. Birçoğumuz, şirketin başarısını kendi değeriyle eşitleyen bir yanılsamanın içindeyiz. Oysa iş dünyasında da başarı, sadece sonuçla değil; süreçle, niyetle ve etikle ölçülmeli. Gerçeği söylemek, doğruyu savunmak, adil kalmak da bir başarı biçimidir. Ama kimse onu plaketle ödüllendirmez.
Ailede başarı: Gösterişin sessiz tutsaklığı
Toplum, aileyi de “başarılı çocuk, mutlu evlilik, düzenli hayat” formülüne sıkıştırdı. Evlat, anne babasının gözüne girmek için, eş birbirini “kusursuz” görünmek için çabalıyor. Oysa insanın en büyük başarısı, olduğu gibi kalabilmesidir. Kırılmadan, eğilmeden, rol yapmadan var olabilmek… Bu, hiçbir aile fotoğrafına sığmaz ama bütün kalplere sığar.
İkili ilişkilerde başarı: Kaybetmeden sevebilmek
İlişkilerde başarı, artık “ayakta kalan” değil “haklı çıkan” olmakla ölçülüyor. Oysa sevgi, kazananı olmayan bir oyundur. Birini anlamak, affedebilmek, onun içindeki kırıklığı görebilmek belki de en olgun başarı biçimidir. Çünkü sevgide yarış yoktur; sadece yan yana yürüyebilme cesareti vardır.
Kendinle başarı: Sessizliğin içinde var olmak
Ve sonunda hepimiz kendi içimizde aynı soruya geliyoruz: “İnsan başarmak zorunda mı?” Benim cevabım kocaman bir hayır. Hayat, sürekli kazanmakla değil; bazen kaybederek, bazen durarak, bazen hiçbir şey yapmadan da anlam bulur. Bir günün sonunda huzurlu uyuyabiliyorsan, birine iyilik etmişsen, vicdanınla barışıksan, işte o gün sen zaten başarmışsındır.
Bugün başarıyı yeniden tanımlama zamanı. Belki de gerçek başarı; “başarısız görünmeyi göze alabilmek”tir. Çünkü insanın en büyük zaferi, sistemin dayattığı yollardan değil; kendi vicdanının rehberliğinden geçer.
Artık ben başarının tanımını kendim yapıyorum: Yaşamak, hissetmek, üretmek, sevmek ve farkında olmak. Gerisi, alkışların gürültüsünde kaybolmuş bir yansıma sadece.
“Bu yazı, başarıyı yeniden tanımlamak isteyenlere ithaf edilmiştir.”
Not : 6 dakika yazı çalışmaları içinde yazılmış ve geliştirilmiştir.



