”Kalem karşısında aciz kalır tüm silahlar. İnsanlar ölür, fikirler büyür… Her bir haine karşılık, bir ‘Yıldız’ doğar her gün…”
Daha bebekken elimize verilen kalemi, ‘ağaçtan bu’ diyerek, doğaya dokunur gibi nazikçe kavratırlardı bize… Hakikaten, sevmeyenimiz pek yoktur, gözlerimiz şaşkınlıkla açılmıştır ilk gördüğümüzde, ucunu kağıda dokundururken çıkan renk ve şekilleri… İlk yarattığımız minik dünyalarımızdı çizgilerimiz. Büyüklerimiz; ‘Hey, yaşasın! Bak ağaç çizdi, kelebek, kuş yaptı, kalemi ne güzel tutuyor!’ sevincinde gururla sunmuşlardır aileye, konu komşu, eş dosta kalemlerimizin aslında kayda değer olmayan eserlerini… Küçük yaşlardan başlamıştır yeteneğimiz ölçülmeye, kalemlerimizden dökülenlerle harfler, kelime ve cümleler, en çok da iç dünyamızı yansıttığına inanılan resimlerle, anlaşılmaya çalışılmışız, başarılarımızı okul boyunca da hep belgelemiş kalemlerimiz, sözlerimizden çokça adım önde, bize notu veren de, verdiren de tek geçerli söz sahibi, en büyük yetki gücünde…
Okullar biter, yazmak nedense hiç bitmez, bebekliğimizin enteresan oyuncağı ve harikalar yaratan küçük ‘arkadaş’ımız, artık bir parçamız olarak bizimle hep beraberdir. Ona ne zaman ihtiyacımız olsa bir köşeden çıkar gelir, buldurur kendini, siyahı, mavisi, kırmızısı, imdadımıza yetişir, yine sözümüzün, işimizin, hesabımızın tercümanı olur, gösterir tüm hünerini kağıt üstünde, gözlerimizin önünde canlanır, şekillenir… Birçok kağıdın canını çıkarmışızdır, sinirimizle kalemimiz işbirliği yaparak, haşin karalamalarla, fırlatıp atmışızdır, ne garip, sonra da durup sakinleşir ve yeniden yazarız, aklımıza gelen çok daha iyi bir fikirle çoğu zaman… Elimizde yine suç ortağı ve arkadaş kalemimiz…
İşte, ‘bazıları’ kalem sevgisini meslek edinirler; yazmayı, fikirlerinden damlayanları kağıda dökmeyi, bunu milyonlara ulaştırmayı görev olarak görürler, kalemleriyle yan yana çalışırlar, ellerinde sadece kalemleri, ve akıllarında ise, verilecek sayısız yeni hayat görüşleri vardır… Korku ve telaşları hiç yoktur, çünkü özgür düşüncenin her duvarı delip geçtiğini bilirler, karşılık bulacakları bir yer mutlaka vardır, şüphesiz inanırlar, tarihin en başından beri, böyle olduğunu görmüş, böyle de okumuşlardır üstelik… Onlar; yazarlar, fikir adamlarıdır, bilim adamları, kadınlarıdır, filozoflar, düşünürler, ve büyük bilgelerdir bazen…
Özü doğadan olan küçük ‘kalem’, çok dokunur bazen, ağır gelir, minicik ucundan dökülen sözleri, çizgileri beğenmeyenlere… İşte o zaman birşey olur, kalemin gücü nedense çok büyür, başka bakan gözlere devasa ürkütücü ve yok edilesi gelir, bir tahta parçasından hiç te beklenmeyen dalgalar, gider, bir yerlerde soğuk silahlara çarpar… O silahlar aniden yerinden fırlar, masasında sakince duran, yeni şeyleri kağıda dökmeyi bekleyen, ağaç ürünü minik kalemin sahibine yönlenir, ve adeta batı mitolojisinin yokedici ateş çıkaran ejderhasına dönüşür, önüne geleni savurur, sonunda, kalemin sahibini bulur ve yakar ateşiyle, hayatını söndürür, geride geçtiği yerlerde dumanı tüten küller bırakarak… Kalem yalnız kalır, sahibi yoktur artık, birlikte yazdıkları ve çizdikleri, tek avuntusu ve hatıraları olacaktır…
Kalem bilir ki; ne yazdığı, ne çizdiği değildir önemli olan, zarar vermediği ve sadece olduğu yerde olduğudur… Amacı, aslında kendini seveni beklemek, okuyanı ve arayanı karşılamak, öyle denk gelmektir, kendinden çıkanları anlayanlaradır anlatmak istedikleri, herkes anlamasa da olur, inanmasa da, okumasa da olur, kaygısı hiç yoktur ama hiçbir zaman anlam veremeyecektir. Neden, neden; minik gövdesine, yazmak için sarılan ellere, demir kuşlarla alevler püskürtüldüğünü… Ve bir gün, ansızın ağaçtan gövdesi kırılsa da, kendisini tutan ellere asla bu kadar hain olmayacağını çok iyi bilir… Sadık ve tek dostu olarak kalır her kalem kendi sahibinin ve sırlarıyla toprağa karışana kadar, kendinden yaratıldığı ağaç kadar heybetli, gücünden ürkenlere inat, ince ve nazlı vücudunun kıvrımlarıyla satırlar karalamaya devam edecektir…
Kalemi sırdaşı olanlara ve özgür kalemlere ithaf edilmiştir…