Gerçekliğin yanılsaması

İnsan, neyin gerçek neyin yanılsama olduğunu bile tam olarak bilmezken, kendine bir yön belirlemek zorunda hissediyor. Ama yönler bile başkasının çizdiği haritalardan ibaret. İyilik ve kötülük, doğru ve yanlış, varlık ve yokluk… Hepsi insanın kendini tanımlamak için yarattığı kutular. Ve her kutu, bir diğerinin varlığıyla anlam buluyor. “İyiliği anlamak için kötülük şarttır” diyor mesela. Sanki kötülük bir zorunlulukmuş gibi. Sanki insan başka türlü öğrenemezmiş gibi. Ama öğreniyor mu gerçekten? Yoksa aynı yanılgıyı nesilden nesile devredip, üzerine yeni bahaneler mi ekliyor?

Gerçekliğin yanılsaması

Bir kötülüğün bedelinin, bu dünyada değil de başka bir yerde ödeneceğine inanmak… Ne kolay, ne dehşet verici bir teselli! İnsan yaptığı her şeyin karşılığını, burada değil, ötede alacağına inanarak kendi vicdanına kısa süreli anestezi uyguluyor. O yüzden kötülük yapmaktan korkmuyor, çünkü affın formülü hep hazır. Bir af dileme, bir arınma, bir kendini aklama döngüsü içinde her şey meşru hale geliyor. Ama kötülük hiç yok olmuyor, sadece yeni bir biçim alıyor. İnsan hatalarından ders almıyor, sadece onları yeni maskelerle süslüyor.

Ve zenginlik… Sonsuz biriktirme arzusu. Yetmiyor, yetmeyecek de. Çünkü insanın açlığı karnında değil, zihninde. Hiçbir şey yetmeyecek kadar az, her şey fazla gelecek kadar çok. Yoksulluğa gelince… Onu onurlandırarak, ona bir anlam yükleyerek, bir “erdem” gibi göstererek susturuyor insan kendi vicdanını. Oysa aç kalmanın, eksik olmanın, ihtiyaç duymanın hiçbir kutsallığı yok. Ama böyle inanmak, sorumluluğu bir başkasına atmayı kolaylaştırıyor. “Bu dünyanın sınavı” deyip geçmek, çözüme değil, suskunluğa kapı açıyor.

Ve dönüp dolaşıp başa geliyoruz. İnsan aynı döngünün içinde, aynı yanlışları tekrar tekrar yaparken, nedenini bile sorgulamaktan yorgun düşüyor. Belki de insanı konuşunca keyif almamak bu yüzden. Çünkü üzerine düşündükçe, içinden çıkılmaz bir çelişkiler yumağına döndüğünü görüyoruz. Çünkü her şeyin en acı verici tarafı şu: İnsan sadece kendine zarar vermiyor, aynı hatayı yapmaya devam ederken başkalarını da içine çekiyor.

Ve sonra, bir an geliyor. Sanki her şeyin farkına varıyorsun ama bunu değiştiremeyeceğini de biliyorsun. İşte o anın içinde, insan olmaktan keyif almak zorlaşıyor.

Peki ya şimdi?

Gerçeği gördük, döngüyü anladık, kendimize ayna tuttuk. Peki, bundan sonra ne olacak? Bir kere farkına vardık ya, her şey değişecek mi? İnsan, sadece fark etmekle dönüşebilir mi?

Belki de asıl soru şu: İnsan gerçekten değişmek istiyor mu? Yoksa değişim ihtimali bile yeni bir illüzyon mu?

Kendimizi kandırmadan, bir an için dürüst olalım. İnsan olmak bir yük gibi gelmeye başladığında, bundan kaçmanın yollarını arıyoruz. Kimimiz inançlara sığınıyor, kimimiz felsefeye, kimimiz sanata. Ama kaçtığımız her şey, bizi tekrar başladığımız yere geri getiriyor. Çünkü varoluş, kaçışa izin vermiyor. Ne yaparsak yapalım, içimizde taşıdığımız sorular peşimizi bırakmıyor.

Ve belki de en büyük yanılgı burada başlıyor. Çünkü her şeyin bir çözümü olması gerektiğini düşünüyoruz. Sanki her düğüm bir gün çözülecek, her sorun bir gün ortadan kalkacak, her şey bir gün “tamamlanacak” gibi bir inanç taşıyoruz. Ama tamamlanma diye bir şey yok. Çünkü insan, eksik olmak üzere yaratılmış. Bir tarafı hep aç, bir tarafı hep eksik, bir tarafı hep arayışta.

O yüzden belki de asıl mesele, bu döngüden çıkmaya çalışmak değil, bu döngüde var olmayı öğrenmek. Eksikliği kabul etmek. Açlığı, arayışı, çelişkiyi… Bir şeylerin hep yarım kalacağını bilerek yaşamak. Çünkü insanın mutsuzluğu çoğu zaman “tamamlanamamaktan” değil, “tamamlanma ihtimaline” fazla inanmasından geliyor.

Peki ya şimdi?

Şimdi, bildiğimizi bilerek, gerçeği görerek ve buna rağmen devam ederek yolumuza devam edeceğiz. Hep soracağız, hep düşüneceğiz, hep yanılacağız. Ama belki bu sefer, yanılmayı da bir hata olarak görmeyiz. Belki bu sefer, sadece “olmaya” izin veririz.

Belki de tek çıkış yolu budur: Çıkışı aramamak.

Yazar

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir