Köklerden öte: İnsan sadece “insan” olarak var olabilir mi?

Bir insan neden bir köke, bir kimliğe, bir inanca ihtiyaç duyar? Bunlar olmadan yaşam sürmek mümkün müdür? İnsan, ait olduğu yerleri, toplumları, mahalleleri, bayrakları, inançları, ideolojileri bir kenara bırakıp sadece insan olmayı seçebilir mi?

Köklerden öte İnsan sadece “insan” olarak var olabilir mi?

Bu sorular, ilk bakışta kişisel bir sorgulama gibi görünse de aslında psikolojinin, sosyolojinin, antropolojinin ve felsefenin kalbine saplanan en kadim sorulardan biridir. Çünkü insanlığın tarihi, bir yandan birliğin, öte yandan kabileciliğin tarihidir. Bu kırılımların yarattığı boğucu atmosfer, kişinin asıl varoluşunu, yani sadece “insan” olma halini gizleyip yok sayar.

Aidiyetin psikolojisi: insan korktuğu için köke sarılır

İnsanın en derin ihtiyacı güvende hissetmektir. Bir köke, bir kimliğe, bir inanca tutunmak; evrenin sonsuz boşluğuna karşı yalnız değilim” deme biçimidir. Düşünün: Doğduğunuz anda size bir isim, bir din, bir memleket, bir aile hikâyesi verilir. Hiç sormadan, seçmeden, sorgulamadan giydirilen bu kimlik, sizin varoluş adresiniz ilan edilir.

Kimlik, psikolojik açıdan üç temel işlevi yerine getirir:

  1. Güven Sağlar: Bilinmeyene karşı bir kalkandır.
  2. Anlam ve Düzen Sağlar: Karmaşık dünyaya bir çerçeve çizer.
  3. Korkuyu Bastırır: Aidiyet, kolektif bir güç ve hayatta kalma mekanizması sunar.

Bu konfor alanı, ne yazık ki aynı zamanda görünmez bir kafestir. Örneğin, herhangi bir sokakta oturan ve bakkallık yapan Artvinli, Hopalı, Cumhuriyetçi kimliğe sahip, ılıman İslamcı Ahmet abi, tüm bu etiketlerle tanımlanır. Oysa o sadece bir insandır ve bu kadar çok katmanla asıl olan yanı gizlenir. İnsan, o kimliklerin sınırları içinde kendini “tam” zannederken, gerçek benliğini çoğu zaman hiç yaşamaz.

Toplumun anatomisi: kimlik haritaları üzerine kurulu bir dünya

Zannediyoruz ki bu kimlik kırılmaları sadece bize özgü. Oysa dünyanın hemen hemen her ülkesinde aynı hikâye: Kuzeyli – Güneyli, Doğulu – Batılı, Katolik – Protestan, Zengin – Yoksul, “Bizden olan” – “Bizden olmayan” şeklinde ayrışmalar mevcut. Aynı şehrin ilçeleri, hatta aynı mahalleleri bile dindar/elit/varoş/göçmen mahalleleri gibi sınıflara ayrılmış durumdadır. Kimliği olan “biz” olur; kimliği olmayan “hiç kimse.”

Toplum yangınında kimlik, çoğu zaman yangın tüpü gibi değil, benzin bidonu gibi kullanılır. Sorun köklerde, yörelerde, inançlarda değil; bunların kutsallaştırılıp mutlaklaştırılmasında başlar. Bu mutlaklaştırma, aynı şehrin sakinlerini, aynı millete mensup insanları bile ayrıştıran, insanlıktan insanlığı damıtan boğucu bir yaklaşımdır.

Peki, tüm bunlar olmadan yaşamak mümkün mü?

Cevap kısa ve net: Evet, ama bir bedeli var.

Bir insan kimliksiz, inançsız, aidiyetsiz yaşayabilir. Nitekim tarih boyunca birçok filozof, sanatçı, seyyah, ruhani arayıcı, tanımlanmış kimliklerin dışına çıkmayı başardı. Yeter ki insan, anlamın merkezini dışarıda değil, iç dünyasında, evrensel insanlık deneyiminde kurabilsin. Bu, bir zihinsel özgürleşmedir.

Fakat bu yolu seçen, toplumun reaksiyonuyla karşılaşır:

  • Kimliksiz insan, toplum tarafından çoğu zaman “tanımsız” görülür.
  • İnançsız insan, “tehlikeli” veya “yabancı” ilan edilir.
  • Aidiyetsiz insan, sosyal etkileşimin çoğu kimlikler üzerinden kurulduğu bir dünyada “yalnız” kalma riskini taşır.

Bu yüzden kimliksiz yaşamak; görünmez duvarları yıkıp özgürlüğe çıkmak kadar, sosyal rüzgârda tek başına durmayı da göze almayı gerektirir.

Köklerin yanılsaması: biz hepimiz zaten göçmeniz

“Benim köküm babamın doğduğu yer mi, yoksa onun dedesinin doğduğu yer midir?” diye sorduğumuzda, köken kavramının ne kadar kaygan bir zeminde durduğunu anlarız. Asırlarca göç etmiş, karışmış, yer değiştirmiş bir türün; kendini tek bir toprakla veya tek bir kültürle tanımlaması aslında büyük bir yanılsamadır.

Kök dediğimiz şey çoğu zaman biyolojik bir gerçeklikten çok psikolojik bir tercihtir. İnsan köke değil, hikâyeye ve miras alınan değerlere tutunur. Konar göçer bir yapıda iken bir yerli olmaya bu kadar anlam yüklemek, gerçeği değil, bir ihtiyacı yansıtır: Boşlukta kalmama, geçmişle bağ kurma ihtiyacını.

Kimlik bir haritadır, İnsanlığın kendisi ise arazinin kendisi

Kimlik, aidiyet ve inanç; yaşam yolculuğunda birer araçtır; insanın kendini ve çevresini anlamlandırmasına yarayan birer haritadır. Sorun, onları amaç hâline getirip insanı dar bir kabileye, sınıra, mahzene kapatmaktır.

Sadece “insan” olarak yaşamak, tüm bu haritaları yok sayarak doğrudan araziye bakmaya başlamaktır. Bu, yaşamayı değil, bilinçli yaşamayı mümkün kılar. Çünkü nihai özgürlük şudur:

“Kabileme değil, vicdanıma aitim. Doğduğum yere değil, değerlerime bağlıyım. Etiketlere değil, insanlığın kendisine yaslanıyorum.”

Kimlik, aidiyet ve inanç, insanın yürümek için kullandığı bastonlardır. Ama yürümeyi öğrendiğinde, onları taşımaya mecbur değildir. Önemli olan, yolunun nereye çıktığını bilmektir ve yürümeyi öğrenen için tüm bu kavramlar, özgürlüğün önündeki bir yükten ibaret olabilir.

 

Murat Tali

 

Yazar

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir