Yalanlarından tamamen uyanmamış ve ıstırabı henüz tümüyle sonlanmamış ise insanın en temel ve en büyük duvarı – sevgiyi başkalarının gözlerinde, sözlerinde, temasında arıyor olmaktır.
İnsan, umduğu için acı çekiyor.
Sevgiyi başkalarının gözlerinde, sözlerinde, temasında arayan bir insanın en temel ve en büyük körlüğü – kendisini, olanca gerçekliği içinde, tam ve bütün olarak sevemiyor olduğunu görmektedir.
İnsan, kendisiyle kavgalı olduğu için acı çekiyor.
Henüz kendisini tam ve bütün olarak sevemeyen bir insanın en büyük yanılgısı; kendini değersiz, aşağıda; birilerini ise kendisinden daha değerli ve yukarıda görmesidir.
İnsan, kıyaslamalarla kendini ve Dünyasını böldüğü için acı yaratıyor.
İnsan kendisini birilerinden değersiz ve daha aşağıda gördüğü için acı çekmiyor ve bu bakışı yüzünden aradığı şeyi kendisinden uzağa fırlatmıyor. İnsan altta olduğu ve sevgiye aç olduğu için değil üste çıkmayı arzuladığı için acı çekiyor.
İnsan, ‘isteyerek’ acı çekiyor.
İnsan, arzularını gerçeğe dönüştürmek için kendince stratejiler kullanıyor. Stratejiler kullanarak sevgiyi başkalarından devşirebileceğini sanıyor. İnsan, sonuçları nasıl elde edebileceğini bildiğini sanıyor.
İnsan, ‘bilerek’ acı yaratıyor. İnsan, stratejiler kurduğu için acı çekiyor.
İnsanın, sevgi açlığını gidermek için en temel stratejisi, bir şekilde sevgiyi verebilecek olanın dikkatini çekmektir. Bir bebek için çığlığı basarak annesini ve onun şefkatli kollarını çağırmaktan doğal ne olabilir? Sorun şu ki anne-babamızın, çığlığımıza koşmadığı; hatta çığlık attığımız için sevgisini geri çektiği ve bizden bir bebek gibi davranmayı bırakmamızı talep ettiği zamanlar gelecektir.
İnsan; stratejileri, zamanın öğütücülüğüne dayanamadığı için acı çekiyor.
İnsan zekidir; uyum sağlar. Görünür olmak için kullandığı strateji işe yaramadığında anne-babasının neyi gördüğünü ve neyi görmediğini izler. İnsan gerçekten bakabildiğinde gerçekten görecektir. İnsan neyin işe yarayabileceğini gördüğü ve keşfettiği anda izlemeyi bırakır. Yeniden bilmeye başlar; bakmaktan vaz geçip istediği sonucu yaratmak için hayatı, ilişkilerini şekillendirmeye kalkar. Ama hayat değişmeye devam eder; zaman hızla akarken dokunduğu her şeyi tüketir ve ölüme sürükler. Stratejileri de…
İnsan; zamanın öğütücülüğüne dayanabilecek bir stratejiyi bir türlü bulamadığı ve asla bulamayacağı için acı çekiyor.
İnsan; acıyı davet eden stratejilerinden, bilmekten, bildiğini zannetmekten, hayata kafa tutmaktan; tercihler ve kıyaslamalar yaparak onu ya da bunu istemekten ve istememekten; olanla ve hayatla kavga etmekten; başka türlüsünü ummaktan ve her zaman kendinde olanı dışarılarda bir yerlerde aranmaktan kolay kolay vazgeçmiyor. İnsan; tutunarak yarattığı acı, işlevini tamamıyla yitirene dek tutunmaya devam ediyor ve acı çekmeyi sürdürüyor.
Ben küçük bir çocukken, benim anne babam da tüm diğer anne-babalar gibi, kendi Dünyalarında acı çekiyorlardı. Annem, babasını çok küçükken kaybetmiş ve tanıyamamış olmanın, hayatının ilk çağlarını sevgi ve şefkatten mahrum geçirmiş olmanın, öz annesi tarafından hor görülmenin ve üvey kardeşinin kendisine tercih ediliyor olmasının acısını tutuyordu içinde. O yüzden annem çoğu zaman beni ya da kardeşlerimi de pek göremezdi. Annem en çok kendi acısını görürdü. Annem bu acısıyla baş etmek için stratejiler kurmuştu. Sert ve zorlayıcı bir tarafı vardı; belki bu şekilde içindeki acının birazını kusabiliyordu. İlgi ve şefkat talep eden şeyler yapardı. Konuşmalarından bunu sürekli olarak süzerdim. Sürekli olarak, bitmek bilmeyen sebeplerle, hasta oluyordu. Çünkü hasta olduğu zamanlar babamdan ve çevresindekilerden ekstra sevgi alıyordu. Annem kendi acısında kayıptı.
Babam, yokluktan gelmeydi. En büyük oğuldu ve bir türlü geçinemeyen ailesinin neredeyse ikinci babası olarak daha çocukken okulu bırakmış ve büyük sorumluluklar yüklenmeye mecbur kalmıştı. Çok çalışırdı ve hep çalışırdı. Neredeyse yüzünü görmezdik. Herkesin her derdine koştururdu ve neredeyse herkesin babasıydı. Herkese ve her yere saçılmıştı. Yorulmak bilmeyen bir kahraman gibi herkesin ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaya çabalar ve en başta kendisine ve neredeyse hiç kimseye tam olarak yetemezdi. Babam başkalarında kayıptı.
Sonuçta anne babam eğer çığlık atmazsam beni görebilecek halde değillerdi ve ben de her çocuk gibi görünür olmak için stratejiler geliştirdim. Misal annem, ben onu ve acısını görürsem; onun için üzülürsem beni görürdü. Ona sarılır ve çok sevgi verirsem beni daha kolay hatırlardı. Babam ise başkaları ona beni gösterirse ya da o beni başkalarına gösterebiliyorsa beni daha kolay görürdü. Böylece herkese sevgi veren, hep anlayışlı, hep sarıp sarmalayan, öteki için gerekli gereksiz üzülen ve başarı peşinde, değerini başkalarının gözlerinde arayan biri oldum çıktım. İtiraf ediyorum “ben” bir “aferin” meraklısıydım ve hala bir parçam aferinle baştan çıkmaya pek bir teşne. 🙂
İlk eşim, benim gözümden bakıldığında; hayata, insanlara, mutluluğa büyük ölçüde kapalı bir insandı. Çünkü hiç güven duygusu yoktu. Hep korumacı, sert ve kontrolcü oldu. Ve ben ilişkimde onun için (aynen annem için olduğu gibi) üzülürdüm. Mutlu olsun isterdim. Onu mutlu etmek için çabalar dururdum ve hep en başa dönerdik. Kendimi tüketene dek bu böyle sürdü gitti. İlk eşimden ayrıldığımda dersimi aldım ve annem için de eşim için de üzülmeyi önemli ölçüde bıraktım sanıyordum. Sonra gördüm ki, bu kez de yanında olamadığım kızım için üzülüyordum.
Aslında görülmediğim için üzülmeyi bırakamamış olduğumu, boşandıktan sonraki ilişkim sona erdiğinde ve ayrı iken onu görmeye can attığım halde o beni tekrar görmeyi kesinkes reddettiğinde gördüm. Ben görmek değil görülmek istiyordum.
Kendimi görmek zorunda kaldığım her defasında, görülme sevdam biraz daha görünür oldu ve hafifledi. Ama bir Kaz Dağları inzivasında Cem Hoca bu yarama parmak bastı ve sürekli yazıyor olmamın da bir görülme çabası olduğunu işaret etti. Artık bir şey yazma dedi. Bir süreliğine yazmadım ve kendimi gözlemledim. Haklıydı. Söylediği doğruydu. Ama bir doğru daha vardı; sadece görülmek için yazmıyordum; insanlara yardım ediyor, onlara, güya anneme ve eski eşime öğretemediğim mutluluğu öğretiyordum. Çok da kendime haksızlık etmek istemem; çoğu zaman da sadece içimden gelen bu olduğu, yazmak ve paylaşmak benim özümde olduğu için yazıyor ve paylaşıyordum.
Üzülme hali, ben onu gördükten sonra ve dikkatimi onun üzerinde tuttuğumdan beri zamanla giderek gevşedi ve son Brezilya seyahatimden sonra uçup gitti. İçimi yokluyorum sık sık ve görüyorum ki, artık kimse için üzülmüyorum. Üzüntünün tetiklediği benzer şuursuz davranışlar yolunu artık takip etmiyorum.
Babamın sevgisini almak için geliştirdiğim stratejinin hayatımdaki karşılığı ise başarımı, büyüklüğümü, ne kadar da harika ve özel olduğumu vs. herkesin onaylaması ve beni alkışlamasıydı. Lise zamanlarımda, önce askeri okuldan ayrılma kararı verdim ve ailemi hayal kırıklığına uğrattım. Paşa olacağı için övündükleri, pek de zeki oğulları kendini askeriyeden attırmıştı. Ama çok geçmedi eski düzene geri dönmemiz; bu kez de oğulları ODTÜ’yü kazanıp başarılı olmuş Amerika’ya filan gitmişti. Ama hayal kırıklığı geri geldi. Defalarca iş değiştirip bir baltaya sap olamadan dibe vurmuş, işsiz ve beş parasız kalmıştım. Sanırım bir yerlerde, anne babam benim böyle oluşumu kabullendiler ve başka meselelere döndüler. 🙂
Kısa vadede başkalarına gösterip övünecek bir şeyim kalmasa da orta – uzun vadede hep küllerimden yeniden doğuyordum. Çünkü bir şekilde başkalarının beni ve başardıklarımı görmesini sağlamak, başkalarından önce kendimi görmekten kolay oluyordu. İtiraf ediyorum “ben” bir “gösteriş” meraklısıydım ve hala bir parçam gösteriş yapmakla baştan çıkmaya pek bir teşne. 🙂
Son Kaz Dağları inzivasında, inzivadan “en büyük sonucu” elde etme niyeti ve disiplini içinde soylu sessizliğe karar verip tam da uygularken Cem Hoca bir konuşmasında bazen soylu sessizliğin bile bir gösteriş olduğunu söyleyince yeniden kendime geldim. İçime baktım ve o gösteriş budalasını yine orada gördüm. Birilerinin bana bakıp soylu sessizliğim dolayısıyla beni takdir eden sesleri, içimde dolaşıyordu. Hay bin köfte!
Çok da kendime haksızlık etmek istemem; tek başınalığın ve sessizliğin içinde çok değerli bir şey var. Tüm soruların cevapları var. Soruya ihtiyaç duymaksızın orada olan bir güzellik ve lezzet var. Çokça sezgi ve ilham var.
Gösterişe kapılma halim, dikkatimi dürüst ve bilinçli olarak onun üzerine çevirdiğimde gevşiyor ve eriyor. İçimi yokluyorum sık sık ve görüyorum ki, zaten yeterince ve herkes kadar göz alıcıyım.
Tüm bunları niye anlattım? Sıradan bir egonun, kendisini nasıl var ettiğine, edebildiğine ve ne kadar da basit, aslında apaçık, görünür yollarla; hayatı duvarlar arkasında yaşamaya sebep olabildiğine dair hikâyemi paylaşmak istedim.
Son olarak, çok şükür biliyorum ki, yukarıdaki başta olmak üzere, hiçbir hikâye ben değil, bana ait değil, benim değil. Hiçbir ölümlü hikâyeyi, şu anın sırtında taşımak niyetinde de değilim. Görmek; sadece hikâyeyi olduğu gibi görmek, kendi içinde hikâyeyi işlevsiz ve hatta gülünç kılıyor. Görmek; hikâyenin yarattığı gereksiz zırhları; ciddiyeti, çok-bilmişliği, verimsiz çabayı, gereksiz rekabeti, kendine acımayı ve timsah gözyaşlarını vs. boş yere biriktirilmiş bir çöp yığını haline getiriyor.
Bir süredir kendimi doğrudan da görebiliyorum ve görebilir olmak, oradaki görülme açlığını işlevsiz kılıyor. Bir süredir gördüklerim için kendime ve yol boyunca karşıma çıkan herkese şefkat ve minnet duyuyorum ve bu şefkat, herhangi bir arayışı işlevsiz kılıyor.