Kadın OL’mak…
İnsanın tarihsel sürecinde kadın çok önemli roller üstlenmiştir. Erkek egemen sistem olan kapitalizme gelene kadar da bu roller aynen devam etmiştir. Tabi bunun içine dinleri de eklememiz gerekiyor. Yahudilik ve Hristiyanlık ile gelen sonrasında Müslümanlık ile devam eden ikinci sınıf insan muamelesi görmek suretiyle arka plana itilmiştir. Kadına özgürlük verdiğini ilan eden dinlerin hepsinde aslında kadın kimlik olarak ortada yoktur. Miras hakkından, eğitime, toplum içinde yer bulmaktan, çalışma hayatına kadar hemen hemen her alanda ikinci sınıf insan muamelesi görmektedir.
Toplumsal yozlaşmanın artması ile birlikte, kadının namus kavramı adı altında, kapatılması, şiddete uğraması, cinsel bir meta olarak görülmesi, cinayete kurban gitmesi ile baskılar artmış ve kadının yeri erkeğinin yanıdır mantığı öne çıkmıştır.
Sırasıyla dinlerin kadınlara bakış açılarını inceleyelim isterseniz…
Kadın ile ilgili yaptığım araştırmalarda karşılaştığım tanımlamalar tarihin bütün dönemlerine rastlıyor…
Eflatun, “Kadın elden ele orta malı olarak gezmeli”
Aristo, “Kadın yaratılışta yarı kalmış bir erkektir.”
Çin’de, kızlar değersiz görülür, erkek çocuklar üstün görülür, kız çocukları uğursuzluk sebebi olarak bilinirmiş. Eski Çin’de kadınlar, evlenmeden önce babalarına, evlendikten sonra kocalarına ve kocaları öldükten sonra çocuklarına itaat etmek zorundalarmış. Örneğin Yin Yang felsefesinde, Yin, negatif, karanlık, dişi, gece, ölüm, acı, yer, kapalı olarak tanımlanmakta, Yang ise pozitif, aydınlık, eril, gündüz, doğum, tatlı, gök, açık olarak ifade edilmektedir. Buradan da görüleceği üzere olumsuz ve kötü şeyler kadına, iyi ve güzel şeyler ise erkeğe atfedilmiştir. Hatta, 1970’li yıllarda uygulamaya konulan tek çocuk uygulaması nedeniyle 1992 yılına kadar Çin’de 60milyon kız çocuğu öldürülmüştür.
Hindistan’da kadın köledir, kocası öldüğü gün o da ölmelidir, kadınlar tanrıları hoşnut etmek için kurban edilirdi, kadın kocasından önce uyanmalı, yıkanmalı ve evi temizlemelidir. Kimi zaman kendi istekleri ya da zorla kocalarının cenazelerinde canlı canlı yakılmaktadır. Kızlar daha küçükken, tanrıya hediye olarak tapınaklara veriliyor, resmi bir düğünde, bir rahip ya da zengin bir hami tarafından törensel olarak cinsel anlamda birlikte oluyor ve tapınak ziyaretçilerine bir ücret karşılığında sunuluyorlardı.
Viking toplumunda kadınlar da erkeklerle her durumda ortak ve eşit haklara sahipti. Savaşa gidecekse giderdi, asker olmak istiyorsa olurdu, beylik yapma hakkı da vardı. Viking kanunları o kadar ilericiydi ki, dönemindeki neredeyse bütün toplumların aksine kadınlar ticarette de erkeklerle eşit sayılıyor, her türlü sözleşmeye tek başlarına imza atabiliyordu.
Sümer-Babil topluluklarında, kadının, ‘kutsal fahişe’ ve ‘kutsal fahişe olmayan’ biçimindeki ayrışma sürecine bağlı olarak şekillenmiş bir konuydu. O toplumlarda bir kadının ‘kutsal fahişe’ olup olmadığının, ‘açık’ veya ‘örtülü’ olmasıyla anlaşılması için Asur yasaları bu belirtiyi zorlamakta; eski dönemin kutsal varlığı tapınak fahişelerinin, öteki kadınlardan belirgin kılınması için çaba harcamaktadır. Anadolu’da başörtüsüz, başı açık kadının, ‘kötü kadın’ olarak damgalanması eğilimi, anlaşılıyor ki, temelleri günümüzden hiç olmazsa 32-35 asır öncesine uzanan, bu tür eski toplum değerlerine dayanmaktadır. Asur yasalarının ilgili maddeleri ise, İster evli kadınlar, ister dul kadınlar veya Asur’lu kadınlar olsun sokağa çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın kızları ya bir şal, veya bir gulinu ile örtüneceklerdir.
Sümer, Asur, Hitit, Urartu ve Akad gibi site devletlerinde de benzer uygulamalar vardı.9 Kadını örtüye sokmanın temel nedeni, hür kadın ile köle kadınların birbirinden ayrılmasını sağlamaktı.Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, örtünmenin ilk kez Sümerlerde ortaya çıktığını söylüyor.
‘Çoktanrılı olan Sümer dininde, özellikle büyük tanrıların mabetlerindeki kadınların kutsal görevlerinden biri de tanrının gelini olarak ‘genel kadın’lık yapmak. Diğer rahibelerden ayrılması için de başlarını örtmeleri gerekirdi…” “Daha çok sonra İ.Ö. 1600 yıllarında bir Asur kralının yaptığı kanunla evli ve dul kadınların da başlarını örtmesi şart koşulmuş. Böylece bu kadınlar da yasal seks yapan mabet fahişeleri gibi kabul edilmiş oluyor. Bu gelenek önce Yahudi kadınlarına geçmiş daha sonra da İslam kadınlarına uygulanmış.” (M. İ. Çığ, Vatandaşlık Tepkilerim, s.163).
Yahudiliğin kutsal kitabı olan Tora’da kızlara, erkeklere verilen miras haklarını sağlamamıştır. Bunun nedeni bir kadın mensup olduğu kabilenin dışında bir kabileden gelen bir erkekle evlendiği takdirde kadına intikal eden mirasın yeni kabilenin malı olacağı idi. Ancak babanın mirasına sahip olabilecek erkek çocuğu olmadığında, kızların miras hakkı doğabiliyordu. Bir başka ayrıntı da adetli bir kadına dokunan erkeğin yıkanması gerekiyordu. Bir erkek evlendiği kadını beğenmezse onun bakire olmadığını iddia edip onun taşlanarak öldürülmesini sağlayabilirdi. Anlayacağınız Yahudi inancında da kadın bedeni ve varlığıyla cinsel bir obje olarak görülmüştür.
İslamiyette her ne kadar öncesi için kadınların değersiz olduğu, kız çocuklarının gömüldüğü iddia edilsede, islamiyet sonrasında, kadınlar savaşlardaki ganimet, cariye, ikinci, üçüncü, dördüncü eş, mirastan eksik yararlanma, erkağin arkasından yürüme, ona itaat etme, kapanma, soyutlanma, yok sayılma, yüzü dahil komple örtünme ve dayak ve ölüm ve şeytan diye tanımlara sığdırılarak yok sayılmaya devam etmiştir. Bununla ilgili çok sayıda ayet vardır. Bir tanesi, (bilinen ve anlaşılan çevirisiyle) “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 4/34) şeklindedir.
Kadınlar sadece dinlerde değil, ekonomik sistemler içinde de yok sayılmaya ve ezilmeye maruz bırakılmışlardır. Örneğin, 25.000 kadın ile yapılan bir araştırmada, çalışma hayatı içinde son üç yılda %52’si tacize uğradığını belirtmiştir. Bütün bu olumsuz göstergelere rağmen kadınların toplum içinde kendisini gösterme, ifade etme, toplumda yer bulma ve kimliğini geri kazanma çabaları da devam etmektedir…
Uygarlıklar tarihi incelendiğinde, kadın hayat içerisinde hak ettiği yere gelmek konusunda ciddi sınavlardan geçmiş, bedeller ödemiş ve ödemeye de devam etmektedir…
8 Mart’ın bir uyanış günü olması gerekiyorken, sadece kadına şiddete hayır sloganları eşliğinde, şiddetin meşruiyetini bir kez daha ortaya koymaya devam ediyor ne yazık ki. Aslına bakarsanız, bu gün bir başka uyanışın günü olmalı, kadınlar gerçekten ne istediklerini ortaya koyup, bunun için yola çıkmalıdır. Kadının uyanışı, gerçekliğin uyanışı, geleceğin uyanışıdır. Ve artık, sadece kadınların değil, erkeklerin de uyanması gerekmektedir… Bütünsel uyanış ile insanın özgürlüğü gelecektir. Bu durum, bir cinsiyetin değil, bütün insanlığın onurudur…