Uğruna savaşılmamış hiçbir şey gerçekten değerli değil miydi ?
Yoksa bu sadece bize yüz yıllardır aşılanan, mecburi öğretilmiş, adına doğru dediğimiz bir sanrı mıydı?
Belki de hayat aslında çok kolaydı biz zorlaştırıyorduk,
Dersleri biz buluyor, sınavları biz belirliyor, soruları kendimiz soruyorduk kendimize.
Soru işaretleri ile büyük boşluklar yaratan ve sırtımızda taşıdığımız bilinmezlik yükleriyle koşuşturuyorduk oradan oraya açık ara cevaplardan.
Böyle öğrenmiş, öyle resmetmiştik zihinlerimize doğru bildiğimiz yanlışları, yanlış olan doğruları.
Kanırttırarak yaşamayı seçiyorduk.
Zorluğu seviyorduk.
Okşayarak sevmeyi bilmiyorduk,
İçimizde yatan hayvansı şiddeti beslemek için avlanıyor,
Aşkı bile hoyratça yaşıyor tüketiyorduk,
Etki tepkiyi unutarak.
Nedensiz sonuçsuz uyuyarak.
Kabusa uyanıyorduk adına rüya dediğimiz.
Tükettiğimiz yerde tohum bırakmadan kurutmak adettendi,
Vurduğumuz yerin bize de vuracağını, attığımız topun bize geleceğini ve her sert basışımızda yere toprağın sertleşeceğini düşünmezdik.
Bize açılan kapıları çarpardık tokat gibi,
Üzerine toprak atardık çıkarsız nadir iyiliklerin.
Denizini unutmuş, kovada çırpınarak hayatta kalmaya çalışan balıklar gibiydik çoğu zaman.
Ne çıkacağını bilmediğimiz, umutlar edip iyiyi hayal ederek çektiğimiz tarot kartları gibiydi sevdalarımız, sonrada birbirimizin gözlerine bile bitecekmiş gibi tasarruflu baktığımız.
Koca koca yıllardan ibaret olduğunu düşündüğümüz ve sadece birkaç anlardan ibaret bir imzaydı oysa hepi topu hayat.
Yalnızca ölüm gelip çattığında Mezarlıkların bize bunları hatırlattığı ve o kapıdan çıktığımızda unutup kaldığımız yerden yine aynı şekilde yaşadığımız.
Oysa ki hepsi bu değildi,
Oysa ki biz bundan ibaret değildik,
Görünenin ardında ki görünmeyen, Pandora’nın kutusu gibi bir sihirdik.
Kokumuzla bile büyüleyip tek bir dokunuşla cenneti yaratabilendik.
Unutmayı seçtik uyanabilirdik.