Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Akıl, Zeka, Vicdan ve İnsan

İnsan yaşamı boyunca sürü psikolojisi ile yönetilen ve şekillendirilen bir varlıktır. Doğduğu andan itibaren, içine düştüğü ailenin, toplumun, ülkenin gerçekliği ile donatılır ve şekle sokulur. Kendisine ait fikirleri, düşünceleri, inançları olamaz. Sadece duyguları vardır ve o duygularla dışarıdan kendisine yüklenen bilgileri bir şekle sokmayı öğrenir. Peki bu yolculuğun başka bir yöntemi olabilir mi? Gelin onu biraz irdeleyelim.

Öncelikle, insan doğduğu anda yürüyemeyen, beslenemeyen tek varlıktır. Her canlı içine doğduğu yaşamın ilk anında yürümeye ve beslenmeye başlar. Bunu içgüdüsel olarak yapar ve gerçekleştirir. İnsanı ilk doğduğu anda doğaya bıraktığınızda kısa sürede ölür. Çünkü yaşam becerisi yoktur ve o beceriye de çok geç erişir. Peki dünyanın en üstün varlığı olarak kabul edilen insanın yaşam fonksiyonlarının bu kadar gelişmemiş olması onu ne kadar üstün kılabilir hiç düşündünüz mü? Yani salt zeka ile inşa ettiği (aslında yok ettiği) yaşama bakıp insana üstün ırk tabiri kullanmak ne kadar mantıklı. Tüm canlıları düşündüğümüzde, insan bir kuş gibi uçamaz, bir solucan gibi toprağın altında yaşayamaz, bir balık gibi suda yüzemez. Fakat bunları yapacak aletleri üreterek bu canlılara öykünür ve bu öykünmeyi hayata geçirmek içinde yaşamı katleder.

İnsan, içine doğduğu şeylerle büyür ve kendisi olduğunu sanır demiştik. Öğrenmeye başladığında tuttuğu takımı bırakmaz mesela ya da ikinci hatta üçüncü bir takım tutmayı akıl edemez ya da mantıksız gelir aynı ligde oynayan bir başka takımı tutmak fikri. Hatta tuttuğu takımı bırakırsa dönek olarak suçlanmaktan korkar. Şiddeti ve baskıyı görebiliyor musunuz? Aynı şey dinler içinde geçerlidir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, her birey doğduğu ailenin dinine mensup oluyor, çok azı dinini değiştiriyor ya da dini reddediyor. İkinci ya da üçüncü dine inanmayı -ki hepsi aynı Tanrı/Rab/Allah/Rab’a inandığını söylüyor- aklına bile getirmiyor. Bir başka dine geçiş en büyük günah, en büyük ceza ve en büyük ihanet olarak tanımlanıyor. Yahu aynı BİR’in farklı seslenişleri hepsi, bu kadar korkutucu ve cezalandırıcı olmasının nedeni ne olabilir ki? Din adamlarının kazançları ve hakimiyetlerinden başka.

Hakimiyet dediğimde aklıma din adamlarından önce anne ve babalar geliyor. Asıl hükümdar ve kral onlar çünkü. Yapma, etme, düşünme, konuşma, sus, gitme, oynama, ağlama, karışma, ma, ma, ma… NE çok ma’ları var onların. Bir de yap’ları var ki onlarda evlere şenlik. Tek tek konuşsan, içinde bulunduğu toplumun ne kadar bozuk, arızalı ve yoz olduğundan bahseder. Fakat çocuğunu da o yok saydığı aptal sistemin içine sokmak için elinden geleni yapar. Kendisinin sürekli kaçmak istediği o dünyaya inatla çocuk getirir ve yetmiyormuş gibi, çocuğunu da kendisine ve o bozuk toplumun bireylerine benzetmeye çalışır. Haydi ama bu sizsiniz, benim, onlar… Biziz yani. Bu absürt ve işe yaramaz görünen hayatın kurucuları, takipçileri ve inşa edicileri olan bizleriz, bütün bunları yapan.

Peki bunları yaparken insan kimliğinde o çok böbürlenerek anlattığımız, zekamız ve aklımız ile ne yapıyoruz. Onu gerçekten kullanabilme becerisine sahip miyiz? Zeki insanların duyarsız, empati yeteneğinden yoksun ve genel anlamda kendi yaşamıyla birlikte çevresine de zarar verebilir özellikler barındırdığına dair yazılar okudum, seminerler izledim. Akıl edebilmek, aklı zekaya katmak ve içine vicdan eklemek kavramları da bir araya geldiğinde şu soruyu sormak farz oluyor. Doğduğu andan itibaren, başarılı olması için zorlanan, daha yüksek notlar alması beklenen, sınavları kazanıp iyi bir bölüme gitmesi istenen, öğrenmekten ziyade zorla eği/ti/len çocuk, yaşamanın hangi evresinde, aklını kullanıp, vicdan sahibi olacağını düşünecek. Çünkü aldığı eğitimde sürekli rakipleri geçmek, en iyi olmak, en çok bilen olmak, en uzun mesafeyi en kısada koşan olmak gibi itilimler ile yol alırken nasıl bir anda durup, ben eşitliğin içinde yarışmadan, bir şey olmadan sadece kendim olarak var olmak istiyorum diyecek. Hiçbir zaman değil mi?

Çocuk hayatının neresinde kendisi olabilir ki? Ya da sen ne zaman kendin olabildin. En çıplak halinle kendini nasıl anlatabilirsin kendine. Boyunu, kilonu, rengini, dilini, inancını, fikirlerini çıkarttığında ne kalıyor geride. Çocuk olan sen şu an bulunduğun coğrafyada değil de Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Nijerya’da doğmuş olsaydın, şu anki sen olabilir miydin? O zaman kim olurdun? Bunu sor kendine, her şeyi bıraktığında geriye kalan kim? Ne istiyor? Gerçek amacı neydi? Kendisine örülen tüm kimliklerden özgürleşseydi ne yapardı? Cevabını bulabilirsen lütfen benimle paylaş…

Gelelim aklın ve zekanın vicdanla olan dansına. Zeki insanların empati yoksunluğu baskın bir haldir diyebilir miyiz? Dünyaya baktığınızda gerçekten zeki olan insanların yarattığı kaosu görebilir miyiz? Yaptıklarının toplumsal sonuçlarını değil, bireysel geri dönüşlerini hesapladıkları için yaşıyor olabilir miyiz tüm bu kaotik düzeni? İcat ettiği şeyin bir silah haline döneceğini ve onunla milyonlarca insanın öldürüleceğini bile bile yaptığı işe devam edebilir mi insan? Edebiliyor demek ki… Peki vicdan zekaya galip gelebilir mi? Düşününce bir olasılık olarak belki diyebilirim fakat dünyadaki tüm bilim çalışmalarını, üniversitelerin bilim kürsülerini, biyolojik ve genetik araştırmaları sizce kimler destekliyor ve vicdan burada cüzdanın bir yerine sıkışmış olabilir mi? Bugün dünyaya tanrıyı yadsımak için bilimin realitesini öne sürenler, o bilimin sermaye ile desteklendiğini ve yeryüzündeki asıl tanrıyı oynayanların onlar olmadığını kim iddia edebilir. Bilim olarak bize sunulan kavram, kurtardığından daha fazla insanın ölümüne ve hastalanmasına sebep olmuştur. Fakat kendisini finanse eden küresel sermaye nedeniyle hep en masum ve en gerekli kavram olarak da yaşantımızda da yer edinmeye devam etmektedir. Benim için bilim denen kavramın, siyaset ve dinden farkı yoktur. Çünkü onlarda kendi içinde bir fanatizm barındırır ve en az siyaset ve din kadar; insanı ve diğer canlıları (özellikle deney hayvanları) katleder.

 

Başarısızlık… Zayıflık… Güçsüzlük… Bir ebeveynin çocuğunda görmek istemediği en büyük üç kutsal günahtır. Çünkü onların çocukları; başarılı, güçlü ve tuttuğunu koparan olmalıdır. Bu yönde terbiye edilen, eğitilen ve asimile edilen çocuk vicdan ve merhamet duygusundan mahrum kalır. Ya zayıf alıp cezalandırılmak ya da başarılı olup ödüllendirilmek. Bu size neyi hatırlatıyor. Benim çocuğum, benim başarım mı? Benim çocuğumun başarısızlığı onun aptallığı mı? Hani senin vicdanın nerede peki? Çocuğundan beklediğin o olağanüstü şeylerin kaç tanesini sen yaptın? Yoksa kendi ezik karakterinin kurtarıcısı olarak mı görüyorsun çocuğunu? İnsanlara bakıyorum, farklı meslek gruplarında çok iyi yerlere gelmişler hatta servet olarak da öyleler fakat içsel olarak eksik, mutsuz, huzursuz, aidiyetsiz ve boşluktalar. Çok iyi doktor ya da mühendis olabilmişler ama boşlukları dolmamış tam tersine Ferrari’sini Satan Bilge misali elindeki avucundakini satıp bir sahil kasabasına yerleşmek gibi bir düşün içinde yaşamlarını şekillendirmeye çalışıyorlar. Şimdi bu boşluk duygusu içinde olan ebeveynler çocuklarına bakıp “hiç bize benzememiş bu, bomboş bir çocuk” diyecek kadar da kendisini dolu zannediyor. Ne denir ki buna?

Vicdan sonradan öğretilebilir mi? İçselleştirilmiş o kadar bilginin ve deneyimin üzerine çok zor diyebilirim. Çünkü, insan çocuğu öğretilerle evirilerek büyütülür. Günümüzde kişisel gelişimin pörtlettiği BEN’lik kavramını da hedonizme çeviren bir bilinç aşamasında iken, vicdanı öğrenebilmesi pek mümkün görünmüyor. Ağlayarak isteyen, ağlatarak vermeyi öğreniyor. Şiddet görerek yolda tutulmaya çalışılan, şiddet göstererek adaleti sağlamaya çalışıyor. Kendisine dayatılan tüm fikirlere, inançlara ve düşüncelere teslim olduğunda değerli olduğunu öğrenen kişi kendi düşüncelerine teslim olan kişilere değer vermeyi öğrenir fakat onun da içinde bencilce bir ego ile o kişileri değersiz görür. Çünkü kendisi öğrenme aşamasında iken çok fazla karşılaşır değersizlik duyguları ile ve onu da yansıtır bir ayna misali.

Bugün katıldığım bir seminerde, semineri sunan kişinin anlattığı konudan çıkardığım özeti paylaşmak isterim sizinle. “İnsan beyni bomboş gelir, hayat onu şekillendirir. Bu yolculukta insan hisleriyle/hayalleriyle/düşünceleriyle başlar öğrenmeye, sonra o hisleri/hayalleri/düşünceleri duygularıyla pekişir ve yer eder, onu da inancıyla bütünleştirir ve kalıcı hale getirir. Sonra da o hissi/hayali/düşünceyi kişiliği haline getirir. “ Burası normal sürecimiz, peki anormal olan tarafımız neresi? İşte orasını görebilmek için kafanızı kaldırıp dünyaya bakmanız yeterli… İzlemeyi; özellikle yargısız ve fikirsiz izlemeyi öğrendiğinizde garip bir şeyin içinde olduğunuzu fark edeceksiniz ve gördükleriniz sizi korkutacak. Düşünen, hayal eden, tanımlayan, harekete geçiren ve inşa eden kendinizi görünce tüm bu katliamlarda ne kadar çok payınız olduğunu göreceksiniz. Üremek için çoğaldığında sana ve senden sonra gelenlere yapılacak konutları düşün… O konutları yapmak için kesilen ağaçları, kazılan toprağı, kurutulan suyu,  katledilen hayvanları canlandır gözünde… Sence vicdani bir eylem midir bütün bu yaşananlar. Sence yapılan yüksek binalar, katledilen canlılara acımak gerekiyor değil mi? Peki yaşamını sürdürmek için ihtiyaç duyduğun her şeyin üretilmesi için şeyleri düşündüğünde sen de bu dünyaya o kötü gördüğün kişiler kadar “bütün vicdanlı ve merhametli Sen’leri topladığında dünya ediyor” zarar vermiyor musun?

Tamamen çıplak kalmadığı müddetçe, on iyi insanın, bir kötü insan kadar bu dünyaya can borçlu olduğunu biliyor musun? Yani sen iyi bir insansın ve vicdan sahibisin ve senin gibi yüz insan da bu özelliklere sahip ve siz hasta oluyorsunuz ve ihtiyacınız olan ilacı üretmek için yüzlerce belki de binlerce canlı hayvan üzerinde deneyler yapılıyor ve sonrasında seni sağlıklı kılmak için ortaya bir ilaç çıkartılıyor ve sen o ilacın üzerine dökülen kanlarla iyileşiyorsun ya da iyileştiğini düşünüyorsun.

Kıyafetlerini düşün, mutlu olmak için satın aldığın ayakkabılarını düşün, sevdiğin için koluna taktığın hakiki deri çantaları düşün, dudaklarına sürdüğün rujları, bileğinde duran deri kol saatini, konforlu ulaşım için bindiğin arabayı, onsuz yapamayacağını düşünmeye başladığın telefonunu ve daha nicelerini… Sence bütün bunların üretimi çok mu masum? Sen tüketmezsen bir başkası da alacak ve sistem bu mu zaten? O zaman sen kendini nasıl, merhametli ve vicdanlı görebilirsin ki? Nasıl vicdandan, akıldan ve merhametten bahsedebilirsin. Dünyada kimse masum değil biliyor musun? Ne sen ne de ben… Hepimiz tüm yaşantımız boyunca binlerce hayvanın katledilmesine sebep olmuşuzdur. Konforumuz için onlarca işçinin ölümüne, yüzlerce çocuğun işçi olmasına, binlerce ağacın kesilmesin, onlarca türün yok edilmesine, sırf konforlu bir evde yaşayalım diye onlarca türün yerinden yurdundan edilmesine sebep olmuşuzdur.

Beylikdüzü denen bir ilçede yaşıyorum yıllardır. Baykuşlar yaşardı buralarda ve yapılan yüksek konutlar ile çoğalan araçlar sonrasında tüm o baykuşlar terk edip gittiler bizi. Leyleklerin göç yolları üzerinde idik bu sene gelmediler. Her sene sığırcıklar gökyüzünde şov yaparlardı bu sene neredeyse yok hükmünde idiler. Her yeni bina, her yeni araç her yeni kutlama bir başka türü yok ediyor ve yaşam alanını bozuyor. Sonra da ben merhametli, vicdanlı ve iyi bir insanım mı diyorum? Asla… Belki bütün bunları bildiğim için ömrüm boyunca hep gitmeyi düşündüm bu dünyadan. Ait olamadım toprağın üzerine kurduğumuz bu aptal imparatorluğa. Bu dengesiz vicdansız ve merhametsiz varoluşa… Ve biliyor musun? Bu dünyada masum olanlar, henüz yeni doğmuş çocuklar, hayvanlar, bitkiler ve ağaçlardır. Geri kalan hepsi merhametsiz, vicdansız ve acımasız bir tür olarak yaşam sürdüren beşerden ibaret bir kalabalıktan ibaret. Bu tanıma kendimi de dahil ediyorum…

Sözün özü, özün görüneni, görünenin tanımına dönecek olursak, akıl, zeka, vicdan, merhamet ve insan bileşkesinin en zayıf halkası bile varoluşa zarar veriyor. En vicdanlısının verdiği zarar küçük görünebilir fakat onlardan yirmi tanesini bir araya getirdiğinizde ciddi bir enkaz ortaya çıkıyor. Bu yüzden “aranızda günahsız olan, ilk taşı atsın” sözünü çok seviyorum. Çünkü hepimiz bu yok oluştan sorumluyuz. Sahi var oluşun sebebi biz idik değil mi? Öyle diyor tüm kitaplar çünkü. Tüm galaksiler, nebulalar, gezegenler, yıldızlar, asteroidler ve göktaşları sadece bizim için yaratıldılar. Onlar kitapların içindekilere şahitlik olsun diye var edildiler ve bizde buna hep inanmayı seçtik. Çünkü varlık olarak o kadar tanımsız ve varlığımızdan kopuğuz ki aklımızı ve zekamızı aşan bu duruma getirecek başka bir tanım bulamadığımız için ona inanmayı seçtik ve bir adım daha öteye gidip tarihi de kendimize göre yapılandırdık. Akıl, zeka, vicdan, merhamet, insan bir araya gelmesi zor kavramlar değil fakat hepsini bir araya getirdiğinizde ortaya çıkan şey ne yazık ki insan olmuyor, o artık bir ölü oluyor. Çünkü aklı, vicdan, zekası ve merhameti olan bir insan bu hayata doğmayı seçmez…

 

Exit mobile version