Ayna Karanlığı Yansıtmaz

Çünkü aşk, gizem doludur ve bu haliyle başlı başına bir estetiktir. 

Bir Yol Boyu Seyma’ya teşekkürlerimle:

John Berger, “Görme Biçimleri” metnine, ‘’Görme, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk, konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir,’’ diyerek başlar.  Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi, çevremizi fark ederek, anlayarak ve anlamlandırarak hayata başladığımızı ifade eder. Anlamlandırma safhasından sonra kazandığımız düşüncelerimiz ve inandıklarımız, nesnelere görüşümüzü etkiler. Bir şeyi gördükten sonra görülebileceğini fark eden insan, nesnelerle arasındaki ilişkilerini dikkate almaya başlar. İmgelerin insanın bir yapısı olduğunu söyleyen Berger, çoğu kez imgelerin özde/temelde aynı kaldığını; değişenin ‘’ifade ve görme biçimi’’ olduğunu vurgular. İmgenin, canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğunu vurgulayan yazar, imgeyi, Y’nin X’i nasıl gördüğünü kaydeden bir şey olduğu şeklinde tanımlar.

Özneyi değil, salt yüzeyi idrak edebilen bilinçdışı gözler için, Søren Kierkegaard, “Baştan Çıkarıcının Günlüğü” metninde, “ayna” metaforunu kullanır.

“Duvardaki asılı ayna, genç kızın yansımasını içine hapsetmiştir; yansıttığına bir kölenin alçakgönüllülüğü ile sadıktır, ama yansıyan özne bunun farkında değildir. Ayna, genç kızın her şeyi olsa da, o genç kız için bir şey ifade etmemektedir. Mutsuz ayna, genç kadın görüntüsünü yakalayabilir, fakat genç kadının kendisini değil; talihsiz ayna, genç kadının görüntüsünü özelinde tüm dünyadan saklayamaz, aksine başkalarına ifşa etmesi kaçınılmazdır.”

Başkalarına gösterdiklerinin haricinde bir şeye sahip olmayan aynanın yansıttığı özne, gören göz tarafından kendi bilinçdışıyla beslenmektedir. X’e yüzeysel bakan Y, güzelliğe belli bir mesafede durup nesneleştirerek kendi estetik görselini oluşturmaktadır. Bu estetik görüntü, özde aynı olmasına rağmen, Y’nin görme ve ifade etme şeklidir.

Kierkegaard, aşkın estetik tarafına değinir. Bunu aynı zamanda aşkın sanatsal yanı diye de tanımlar. Estetikte “ya – ya da”lar bir aradalığını yitirmeden var olurlar. Bir nevi anın keyfinin çıkarıldığı bu aşama bizi herhangi bir karara mahkum etmeksizin, olasılıkların tadını çıkardığımız aşamadır. “Aşk ancak özgürlükle vardır,” derken, Kierkegaard, bu akışkanlığa işaret etmektedir. Çünkü aşk, gizem doludur ve bu haliyle başlı başına bir estetiktir. Her daim seçim yapmayı reddeden, estetiği öldüren şey ise etik olacaktır. Etik devreye girdikçe sorumluluklar gelir, toplum ve ahlak odaklı bu bakış ise bir tür sıkıcılığa dönüşecektir. Metnin kahramanları, aşkın imge dolu bilinçdışı akışına dalarak, eski benliklerinden sıyrıldıkları tüm o estetik duyguyu toplumsal zorunluluklar ve kaygılardan dolayı bitirecektir.

“Yargı Gücü Eleştirisi” metninde Kant, duygu olarak hoşlanma ve hoşlanmamayı objelerde bulunan bir ereklilik ya da ereksizlik tasarımı olarak yaratır. Ereklilik, doğayı gözlemleme sırasında “teleolojik” yargı gücü olarak etkileyen bir şey objektiftir. Ama o, beğeni içinde “estetik yargı gücü” olarak öznel ve biçimsel görünür. Ereklilik kavramındaki bu iki yüzlülük sayesinde Kant, kendisini estetik yargıların ana dayanaklarını sorgulayabilecek durumda görür: “Estetik olan, bir objenin tasarımında yalnızca biçimsel olan, yani tasarımda objeye değil, özneye ilişkinliği yapan şeydir.” Bu tanımın ifade ettiği anlam, “öznellikten”ten kastedilen şey, bir bilgi değildir. Tersine o, hoşlanma ya da hoşlanmama duygusu, yani objenin tasarımına eşlik eden bir duygudur. Kant için estetik olan şey şudur: Beğeni yargısı görseldir. Bu yargı, sadece tasarımlanmış şeyin öznede kışkırttığı bir duyguya dayanır. Bu haliyle, tasarımlanan şeyin varlık, nitelik ve yararlılık taşımasına ilgi göstermeksizin verilmiş bir yargı olur. O halde, güzel, ilgiden bağımsız hoşlanmanın objesidir. Yani o, kavram olmaksızın doğrudan doğruya seyirde kavranan şeydir. Başka bir ifadeyle, Güzellik, kendisinde bir erek tasarımı olmaksızın, genel olarak hoşa gidendir.”

İçgüdüsel dürtüler; bilinçaltı, tasarım, teknik beceri, düşünce, bilince ve doğaya ait düşünsel ve yaşamsal enerjilerin tümünün katkısıyla gerçekleştirilir. X’e bakan Y, nesnenin niteliklerini ve işlevini bir yana koyarak, onu imgeye dönüştürerek amacı doğrultusunda istediği gibi kullanır. Duyguların ifade edilmesi, onun görünür kılınması görünür araçlarla olasıdır. Bu araçlar ise kendilerinde ne olduklarıyla değil, dışa vurulması istenen insani bir halin, en etkili biçimde ifade edilmesinde simgesel olarak kullanılır. Var olanın sınırını aşmak bilincimizin özüdür. Varlığı farklı yanlarıyla ele almak, anlamaya çalışmak, bilincin diğer alanlarına karşılık gelir. İmgesel etkinlik ve sanatsal yaratım da, gücünü buradan alır.

Kierkegaard’ın metninde, bir kadın ne zaman ki her şeyini vermiştir, o zaman elinde bir şey kalmamıştır, artık direnmenin imkansız olduğu durumda aşk da olamayacaktır ve alışkanlık evresi başlayacaktır. Tüm beklentiler, toplumsal normlar ve geçici yargılar bir araya geldiğinde, başından sonu belli bir şeyi de beraberinde getirecektir. Ancak, o noktaya gelinene dek yaşanan heyecan ve tatmin bundan daha mühim midir, diye sorulduğunda, “Evet mühimdir. Bu yüzden de değer zaten,” der, “Baştan Çıkarıcının Günlüğü”

Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir