Ölümün olduğu bir dünyada, öyle çok şey, öyle çok abartılıyor ki… Bir sabah uyanamamak var, bir gece tekrar yastığına başını koyamamak…
“Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum.” Yok mu oluyoruz? Oluyoruz. Bizi hatırlayan, bizden bahsederken gözlerinin içi parlayan, bizi, kalbimizi bizzat deneyimlemiş son kişi de yeryüzünden ayrıldığında, biz artık olmuyoruz. Bizden bir şeyler kalabilir. Biz yokuz.
Bizimle anıları olanlarda, olanlarla yaşıyoruz. Öyleyken ne kadar az anı biriktiriyoruz. Daha çok para ve repütasyon biriktirmeye çalışıyoruz. Ulaşmaya çalıştığımız bir hedef, yetişmeye çalıştığımız bir yerler ve olmayan zamanımız, birçok sırasını bekleyene…
Kırgınlıklar, küslükler ve mesafeler… Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Bir gün dönmemek üzere gidiyoruz. Ölümün gözlerinden bakabilsek hayata, ne çok sevgi, ne çok özlem görürdük. Bizse bize yaşam diye kabul ettirilenin körlüğünden bakıyoruz: Kızgınlıklar, öfkeler…
Kim, kimden daha iyi? Kim daha kötü? Ne daha doğru? Ne kadar doğru, ne kadar yanlış? Ne, nasıl olsa daha doğru olurdu? Mutsuz insanların, mutsuzluklarını güvence altına alan soruları… Olan her şey, olabileceğin en iyisi… Anlamak da iyileşmenin kendisi…
Bir gün çekip gideceğimizi bilerek aldığımız nefes değerli ve henüz gitmemiş olmak, sonsuza dek kutlanacak bir zafer değil! Bir gün gidiyoruz. Bugün buradayız. Bununla ne yapıyoruz?
Ölüm beni korkutmuyor. Belki de korkutuyor. Her nasip vaktine esirdir. Ona giden yol ışıklı olsun dilerim. Yaşamı seviyorum. Boğazımdan geçen lokmayı, içtiğim suyu, bastığım toprağı, içime çektiğim kokuyu, aldığım nefesi, gözlerinin içi gülen birine, gözlerimin içiyle gülümsemeyi…
Eksik kalmamak gerek. Epey eksik başlıyoruz. Ve derken bir bakmışız, her şey tamam!
Ölüm ve Ben’i anlatmışsın… Yüreğine sağlık Güzel Çocuk…