Bir Koza’nın Düşü

Yaprakları büyüyüp serpilmiş, gittikçe arsızlaşan hacmiyle, öyle taşıyordu ki, güzelim mor, pembe, yeşiller… Saksısına sığamayan yaprak güzeli çiçeği, balkona doğru esen bir rüzgarla yere devrilivermişti. Canım yaprak güzeli, artık olduğu yeri değiştirmemiz gerektiğini biz göremediğimizden, rüzgarla bir iş birliği yapmış, kendini göstermişti.
İçinde olduğumuz kabın, uyumu, güzelliği, konforu yaşam dengeleri için olması gerekliydi. Eğer bu dengelerden biri bozulduysa ve biz fark etmediysek, doğal koşullar içinde gerekli düzenlemeler için hareket, eylem ve belki de kaos bir rüzgar esişi gibi kapıda bekliyordu. Dalları kırılmış ve toprağı dökülmüş bu güzel saksı çiçeğini içeri aldım. Dallarını tekrar dikip, toprağını ekleyip bakımını yaptıktan sonra uygun bir yere koydum. Biraz içeride dinlendirdikten sonra balkona çıkardım. Bu arada yaprak güzeli, mutfağa birkaç yeşil sevimli yeşil tırtıl bırakmış. Aldık kabul ettik doğa ananın hediyesini. Bir tırtılı alıp nazikçe bahçeye bıraktım.

Sonraki günlerde bir tırtıl daha gördüm. Mutfakta musluğun köşesine bir koza örmeye başlamıştı bile… İncecik bir dantel edasında gittikçe büyüyen bu güzel kozayı günlerce izledim. Bir kelebeğin doğumuna mı şahit olacaktım? Ne kadar müthiş bir şey olurdu. Bir çocuk sevinci ile merak ve heyecanla kozanın gelişimini adım adım izledim. Ve hayalini kurdum. Ne renk bir kelebek olurdu diye… Sonra biraz araştırıp okuduğuma göre, her kozanın bir kelebek olamayacağını öğrendim.

Ben bunları düşünürken, pencereme bir kelebek tanrıçası geldi. Tırtılın ne durumda olduğunu sordu. Hala kozada olduğunu söyledim. Ve okuduğum bilgilere göre rengarenk bir kelebek olamayabilirmiş dedim. Sonra düşündüm. Çok mu üzülürdüm acaba kelebek olmazsa? Ne hissederdim?

Onu gördüm. Benim evimde yuva yaptı. İpek kozasını ördü. Doğanın en mükemmel olaylarından birine şahit oldum. Hayalini yaşattı. Bana bu kadar çok şey hissettirdiğine göre, aslında o çoktan doğmuştu. Yoksa hissedemezdim bana yaşattıklarını, gösterdiği mana bana yetmişti. Bunları kelebek tanrıçasına anlattım.

“Deneyimleyip göreceğiz o zaman” dedi kelebek tanrıçası.
Evet sadece izlemek kalmıştı geriye… Bu tırtıl kelebek olsa da olmasa da bana yaşattığı deneyime şükranlarımı sundum. Bunu düşünürken içimi derinden bir hüzün kaplamıştı.
Olana da olmayana da razı olmaktan başka bir teslimiyetim yoktu. Kelebek tanrıçası bu hüznümü hissetmiş olmalı ki, bana elindeki kitaptan birkaç satır okumaya başladı.
“Çocukları ürkütülmüş bir dünyanın denizi mavi olsa ne yazar, olmasa ne…” yaşamak isimli bir kitaptan (Cahit zarifoğlu)
Nedir dedim bu yaşamak… Bir düş dedi… Birkaç görüntü… (Hayyam)

Ürkmüş müydük yaşamdan? Ürkütülmüş müydük?
Onun içindi belki kendimize bir kapı, bir pencere açıp soyut alanlarda yaşamışlığımız…Nasıl başa çıkmıştık? Nasıl savaşmıştık? Ne ile savaşmıştık?
Biraz hüzün, biraz teslimiyetin etrafındaki neşemiz, kalp atımlarımızla dans ediyordu hala…
Bunun için değil miydi? Açtığımız yollar sonsuzluğa…Ondandı doygunluğumuz dünyanın hüznüne…
Şimdiki hüznümüz ise, doyamayanların döngüsüne…
Ödenen bedeller bize güzel gülüşler ve renkli kanatlar hediye etti…

Ve “yalnız hüznü vardır kalbi olanların” dedi… Kelebek tanrıçası…
Bir küçük pencereden görünenler…

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir