Bu romanı anlatmak çok zor olduğunu vurgularlar hep; çünkü ortada belirgin bir kurgusal tema, okuyucuya aktarılabilecek bir olay örgüsü yok. Ama bu yapıtı anlatmanın zaten gereği yok. Oysa duyumsamak mümkün ve lazım, çünkü kim ki anlamak için lazım olan krokilere (‘…hep kendi kuyruğunu yutan tekdüze dejavu’lar, anlamlı çağrışımlar’) sahipse zaten anlar ve tanır o Evreni.
Paredros –romandaki çok önemli bir konu.
Burada da Jung’suz olmuyor tabi: ‘Yazarın (ya da romandaki adıyla Juan’ın)‚ ‘Paredros‘ adını verdiği, başka bedenlerde yaşadığını düşlediği‚ alter ego’sundan oluşmuş düşsel (ya da kısmen düşsel) kişilerle olan ilişkisidir’ ve ya kendi parçalarıyla olan ilişkisini temsil eden olgudur.
Normal psikolojik tahlillerle oluşturulmamış kukla-karakterlerin kuşkusuz belli psikolojik durumlar da yaşayarak, kendilerinden daha öte bir şey tarafından, ancak ‘üçüncü bir gözle’ görülebilecek bir şey tarafından yönetilmesi ve kullanılması.
Kitabı İngilizceye çeviren usta çevirmen Gregory Rabassa’nın küçük bir notunda şöyle belirtilir:
Bu kavram Mısırlıların kılavuz ruh kavramından geliyor. Bir yol arkadaşı. Bu kitapta ise hem paylaşılan hem değişik insanlara değişik zamanlarda sirayet eden bir var oluş tarzı.’
Şehir‘
‘Artık şehirden söz edebiliriz çünkü hepimiz şehir kelimesinin her yeri ve her şeyi kapsadığında hemfikiriz.’
Onun imgelemi, bulunduğu noktadan -yani andan- başlayıp çok farklı boyutlarda uzanan, yani belli bir hacmi tutarak ilerleyen bir imgelem evrenidir. Bu ilerleyişin rotası ise yaşamda gördüğü, karşılaştığı, yaşadığı ve düşünmek zorunda kaldığı şeylerle belirlenir. Yazar bu bütünlüğe ‘şehir‘ adını veriyor. Burada bu boyut başka bir boyutla karışır; bir siyasal sürgün, bir vatansız olan Cortazar kendini hep bir yabancı gibi görür. Fakat onun yabancılığı yersel olmaktan çok, düşünsel boyuttadır.
Juan, bir yörünge tutturmuş imgeleminin -yani şehrin- içinde, yersiz-yurtsuzluğun ve yer değiştirmenin simgesi olan otellerde ve tramvaylarda görür kendini sık sık. Her an, yeni bir yerdir; onun şehri sürekli değişen, ama Juan’dan bağımsız değişen bir şeydir ve kendisi ona yabancıdır. Şehri kendisine ait sanır; ama bu duygu, kuleleriyle, meydanlarıyla, bulvarlarıyla anılardaki sevgili bir kentin kendisine ait olduğunu düşünmek gibi bir şeydir.
Bu konu (eserdeki şehir imgesi) hakkında yukarıdaki gibi bir birine benzer fikirler okuduğum çeşit editör ve eleştirmenlere ait. En doğrusunu Cortazar’ın verdiğine de şüphe ederim. Zaten pek anlatılamaz olduğu kanısında sanki: ‘Açıklanacak bir şey değildi şehir; sadece vardı.’
Çünkü bilmek başkadır ve bildiğini bilmek-bildirmek başkadır. Henüz o dönemlerde İnsan aklı bazı şeylerde olgun da değildi. Benim neslim Yeni Çağ bilgilerinin patlama yaptığı döneme denk geldiği için BEN olan bilincim bana (Nodira adındaki geçici kişiliğine) daha da zengin şekilde anlatmaya çalışmış olabilir Bilinçsel Evreni. Şehir benim duyumsamalarımda ve imgesel dünyamda kendini Zihinsel Sistem sıfatında gösteriyor sanırım. İnsan birçok şuursal katmandan oluşan kâinat yansımasıdır. Fakat kendi yaşamsal-oluşumsal kraliyetini-katmanını da yaratmıştır. Nasıl ki eskiden şehirlerimiz yoktu, sonra merkezleşme başladı ve kanalizasyon sistemleri bile yokken de pis ve kof kokan evler ve daha pis çarşılar vardı da şimdiye doğru yeşil alanları olan güvenilir ve hatta yatay şehirler yapmaya çalışıyoruz, tıpkı aynı şekilde zihinsel dünyamızı da ruhsal dünyamıza elverişli hale getirmeye çalışmak zorundayız. ‘Resmi’ denilen çok şeyimiz kısıtlayıcı faktörlerle saptırılmış ve sahteleşmiş, putlaştırılmış ve alışkanlıklarla anlamsızlaştırılmış (‘gelenekselleşmiş’) ise artık İnsanın gelişimi hızlı bir şekilde gereksiz kabuklar ve maketsel yapılardan kurtulmaya başlaması bir zorunluluk haline gelmektedir. Ya seve ya seve bunlar olacaktır…
AN’lar
Romanın önemli bir boyutu da‚ anlar’dır. An, bilincin ana merkezidir ve buradan ileriye (geleceğe) ve geriye (geçmişe) doğru uzanan zamansal bir boyut; Paris, Viyana, Londra ve Milano’ya uzanan mekansal bir boyut ve bir de bu farklı mekanlara gidebilen farklı kişilerde yaşananların oluşturduğu, beden-ötesi bir düşünsel boyut vardır. Cortazar’ın fantastik anlatımı bir düş gibi değil de, daha çok, uyanık bir insanın iç monologları gibi, o anda -yaşanan ana bağlı olarak- düşledikleridir.
Romanın anlatımında bir andan daha sonraki ya da daha önceki bir ana atlamalar ve daha önce yaşanmış -ya da yaşanmış olması gereken- anların tekrar tekrar yaşanıyormuşçasına anlatılması, ezginin zaman zaman yineleyen temaları gibi estetik bir amacın yanı sıra, zamanın acımasız ve karşı konulmaz gidişine başkaldırmak, onu geçersiz kılıp akışı kendi eliyle belirlemek isteğinin dışavurumuymuş gibi gelyor. Anlık duyarlıkların büyük ustası Cortazar, karamsar bir izlenim vermesine karşın, anı yaşaması ve öne çıkarması bakımından karamsarlık kavramının dışında biri olsa gerektir. Cortazar‚ın „62, Maket Seti“nde yazdığı da zaten, yaşamın, dizeleri anlardan oluşan şiiridir. Ne diyor onun ustası Borges:
“Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama…/… seyahat ederdim daha fazla./ Daha çok güneş doğuşu izler, / daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim./ Görmediğim birçok yere giderdim./ (..) Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten: / Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Ve Ayna ve Helene
Bu ayna metaforu romandaki kişiler arasındaki ilintiyi gösteren önemli bir boyuttur. Helene’ başka kadınlardan farklıdır. Aslında Helene, ‘Juan’ın kendisinin bir kadında beden bulmuş halidir; kendi egosunun bir yansımasını erişilmez bir yüksekliğe atmıştır yazar ve Kutsalı arayan hemen tüm insanlarda olduğu gibi, onun yerine konmuş, yalnızlıktan kurtulmak için düşlenecek, hep gözleyen, hep hesap verilen, hep sevgisi dilenilen, ama erişilmez bir tanrı-sevgili imgesi yaratmıştır kendisine Helene’den’.
Bu imge Juan’ın benliğinin kadın şeklinde bir yansıması, yani aynanın öteki tarafıdır. Aslında erkeğin (Juan, Calac, Polanco ya da Marrast’ın) nerde bitip kadının (Helene, Nicole ya da Tell’in) nerde başladığı belli değildir. Bilinç merkezi aynanın bir bu yanına, bir öteki yanına geçer. Anlatıcı bazen Juan ya da Polanco ya da Marrast’tır ama birden Helene ya da Nicole ya da Tell oluverir. Örneğin kadının içinden geçen düşünceler, anlatıcı erkek olunca sanki onun düşündüğü şeyi biliyormuş gibi, onu yanıtlıyormuş gibi, kaldığı yerden devam eder. (Bu biraz Carl Jung’un, erkekteki kadın arketipi olan anima ile kadındaki erkek arketipi olan animusun birbirini karşılıklı etkilemesi ve benlik-gölgebenlik ayrışmasını andırıyor gibiyse de elbette sonuçta ondan farklıdır. Çünkü gölgebenlik insanın ilkel-hayvansı yanıdır; oysa burada daha ziyade‚ kişilik bölünmesi‘ ya da yansıması gibi bir şey var.)
Burada İlhan Berk’in Helene konusunu da hatırlamadan geçemeyeceğim: 2010 sıralarında ilk Türkçe okuduğum eserlerden biriydi ve benim TÜRKİYE hayatımın başlangıcı devamı ve belki de Geleceği için çok önemli unsurdu. (Etkisinde Sanatçı olarak çok keşifler yapmıştım ve İkinci Yeni’nın garip bilgileri-içgörü ve önsezileriyle birleşmiştim).
‘Siz ne güzeldiniz benimle bilemezsiniz
A harfinden bir çarşı güneşi yüzünüzde
Hèlene uyruklu bir rüzgârdınız her şiirde
Benimdi, Ronsard’ın bir ülkesiydi yeriniz.’
Görünen o ki Cortazar’ın şehri İlhan Berk’te bir ülkeye dönüşüyor. Bu arada kanımca Shekspiyere’de de kraliyet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu konular aslında asla bir küçük yazıda doya doya söz edilecek gibi değildir. Tüm Yaşamın ana konularıdır belki. Merkezdeki Ok’tur ki her şey alttan yukarıya doğru bu oktan ilerler.
Yeniden bedenlenmeye neden inanasım geliyor biliyor musunuz?
Geçici kişiliğimle yeni rüya içinde aynı paredros’la yeni bir şehir kurma faaliyetinin iştirakçileri olarak mıntıkamızda Helene olmak veya ona aşık bir şair’i izlemek o olmak onlar olmak yaratmak yaratılmak aramak bulmak mutlu olmak hüznü tatmak ulaşmak savaşmak ve akli selimliğe öğrenerek Zaman İlmini deneyimlemek ve AŞK’ı insanda yaşamak – bunlar bir BİLİNÇ için, onun yeniden ve yeniden bedene dönmesi için çok kıymetli olmalı…
Yaşam’a Şükranlarımla