“Hayat, korkunun bittiği yerde başlar.” Der, ünlü mistik guru Osho. Çok da doğru söylemiştir. Hepimizin bazı korkuları vardır ve biz bu korkularla yüzleşmedikçe hayatımızı tam anlamıyla yaşamayız/yaşayamayız. Çünkü korku dediğimiz o kuvvetli duygu, tıpkı bir bariyer gibi önümüzü kapatır; fırsatları ve iyi şeyleri görmemizi engeller. Sadece bununla da kalmaz; korktukça o korktuğumuz şeyi de hayatımıza çekmemize neden olur.
Peki, nedir bu korku?
Korku, bir tehlikenin veya beynimizin bize kurguladığı bir düşüncenin yarattığı kaygı hissidir. Olayın içeriğinde tehlike olduğu için korku reaksiyonu verilir. Beynimizde bulunan amigdala denilen bölümün uyarılmasıyla salgılanan kimyasallarla oluşur. (Alıntı: bilimvetekno) Ani ve tepkisel davranışlarımızın sebebi amigdaladır. Özellikle tehlike anında, amigdala tetiklenir. Örneğin; “Bu bana zarar verir mi?” ya da “Kaçmalı mıyım?” dediğimizde cevabımız ‘’Evet’’ ise, amigdala buna uygun tepkileri geliştirmemizi sağlayacaktır. Genel anlamda bilimsel tanımı budur. Tanımda da görüldüğü gibi tehlike anında ya da beynimizin bize kurguladığı düşüncenin yarattığı his denmiştir. Yaşamımızın devamı için tehlike anında kaç tepkisini verebilmek adına bir parça korku gerekli olabilir fakat beynimizin kurguladığı ve bizi korkutan tüm düşünceler gerekli midir? İşte bunu sorgulamalıyız…
“Korkarak yaşıyorsan sadece hayatı seyredersin.” Friedrich Nietzsche
Korku duygular arasındaki en kuvvetli ve insan üzerine en çok kontrole sahip duygudur. İnsanı etkisiz hale getirir ve üstelik tıpkı bulaşıcı virüs gibi çok kolay yayılır. Bu sebepledir ki birçok kurum ya da insan tarafından kullanılır. Medya bunu yapar, patronumuz bunu yapar, siyasetçiler bunu yapar hatta çok sevdiğimiz ailemiz bile bunu yapar. Çünkü korkuyu maniple etmek, kişiler üzerinde etki kurmak için korkuyu kullanmak kolay ve etkilidir. Uzman psikolog Emre Konuk bakın bu konuda neler demiş; “Gerçek şu ki bir “korku kültürü”nde yaşıyoruz. Korku, bilinçli olarak üretiliyor ve kullanılıyor. Ne için mi? Birilerini motive etmek ya da bastırmak, etkilemek ve kontrol etmek için. Bireysel ve toplumsal yaşam, korku üzerinden, korkuyu üretenlerin ya da pekiştirenlerin çıkarları doğrultusunda yönetiliyor. Güç sahibi olanlar korku unsurlarını kullanıyor. Güç sahibi olmak isteyenler de öyle. Politika, korkudan besleniyor. Pazarlama, reklam korkudan faydalanıyor. Sigortacılığı belirtmeye hacet mi var? Uzun lafın kısası, “korku ticareti” aldı başını gidiyor.” Evet, korku resmen bir ticaret haline geldi ve aldı başını gidiyor. Özellikle kitlesel iletişimi ve haberleşmeyi sağlayan televizyonlar, radyolar, gazeteler, reklamlar gibi medya organları ilk bakışta anlayamasak bile altta çalıştırdığı mekanizma olarak korkuyu kullanıp, kitle ve tabi ki bireyin psikolojisine büyük darbe vurmaktadırlar. Örneğin; Sinema sektörü korku filmleri ile bilinçaltımızı kirletiyor. Kirlenen bilinçaltı ise elbette bir şekilde davranışlarımızı ve ruh halimizi de şekillendiriyor. Annie Rogers’ın da dediği gibi “Bilinçaltı duyulmak için ısrar eder, tekrarlar ve bir bakıma kapıyı kırar.”
Bir diğer korku unsurlarına maruz kaldığımız ortam ise sosyal medya. Özellikle günümüzde artan sosyal medya kullanımı beraberinde nice kontrolsüz, asılsız ve kurgu haberlerin, bilgilerin yayılmasına sebep olmakta. Felaket tellalı yazarlar, enerji terapisti olduğunu söyleyip sürekli negatif enerji yayan kişiler, geleceği gördüğünü iddia edip ama ne hikmetse hep felaket ve yıkım gören sözde medyumlar, astrolojik haritaları sadece negatif olayları ve düşüncelerini yaymak için kullanan astrologlar, uzaylıların istila edeceğini söyleyen ufologlar, toplumsal ve siyasi konulardaki saldırgan, asılsız haberler yayan kişiler vb… Liste uzar gider. Özelikle ruhsal ve kişisel gelişim alanları ile uğraşan ve enerjiyi bilen insanların, bu şekilde bir tutum sergilediklerinde, nasıl bir korku enerjisi yarattıklarını; negatif bir şey olmasa bile, olmasına neden olabileceklerini bilmemeleri herhalde en acı şey olsa gerek. Zira bizler gerek düşünce gerek sözlerimizle de enerji yayabilecek hatta bunu gerçek kılabilecek varlıklarız. Bir insanın bile yarattığı ve yansıttığı enerji kuvvetliyken, birkaç kişinin yaydığı ve yarattığı enerjinin özellikle korku gibi yıkıcı bir duygudan beslendiğinde, nasıl bir kaos oluşturabileceğini düşünebiliyor musunuz? Ve tabi ki bu kaotik girdaba diğer insanları da nasıl peşlerinden sürükleyeceklerini? İşte bu sebeple, özellikle toplumun ve insanların ruh sağlığı alanında uzman olan kişilere, bu hususta ekstra iş düşmekte. Gerek kendi ağızlarından çıkanlar konusunda, gerekse insanları bilgilendirmeleri konusunda hassas davranmaları gerekmektedir; özellikle korku ve onun etkileri konusunda…
Korkuyla yaşamayı neden tercih ediyoruz?
Bizler birey olarak bazı korkularla birlikte yaşıyoruz. Kimimiz farkında değil, kimimiz ise farkında olup yine de bu duyguyu içimizde barındırıyoruz, iyileştirmek istemiyoruz. “Acı çekmekten korkan biri, zaten korktuğundan acı çekiyordur.” Demiştir Montaigne. Çünkü çoğu korkumuz aslında gerçekleşmeyecek olsa bile sırf korktuğumuz için onu kendi enerjisel alanımızda (enerji terapistleri olarak bizler bu yaratılan dünyaya otojenik dünya deriz) ve ruhumuzda zaten gerçekleştirmiş oluyoruz. Mesela, işimden atılacağım korkusu olan bir kişiyi ele alalım. Patronu kendisinden memnun olsa ve bunu dile getirse dahi, bu kişi korkmaya devam edecektir. Bir süre sonra bu korkusu sebebiyle hatalı davranışlar yapmaya başlayacak ve belki de patronunun onu işinden atmasına sebep olacaktır. Hâlbuki bu kişi “Neden böyle düşünüyorum?” ya da “Neden korkuyorum?” sorularıyla kendisini sınasa zaten içsel anlamda cevabını alacak; bu korkuya neden olan kök inancını ve onun yarattığı enerjisel tıkanıklığı bulacaktır. Dolayısıyla da iyileştirecektir. Çünkü genelde hissettiğimiz olumsuz duygularımızın arkasında onu tetikleyen kök inançlarımız vardır ve kök inançlar da bazen sağlıklı enerji akışımızı sekteye uğratıp enerji bedenimizde(aura) tıkanıklık oluştururlar. Mesela sevilmeyeceğini düşünen birinin, sevilmemek ile ilgili bir kök inancı vardır. Gerek ailesinden aldığı, gerekse yaşadığı travmatik etkilerin sonucunda edindiği. Eğer bu kök inancını bulup ve çözebilirse, hayatında bu sebeple yaşadığı olumsuzluklardan kurtulacaktır. Dolayısıyla hayatının akışını da düzeltecektir. Ama biz insanlar genelde alışkanlıklarımızdan ve stabil giden durumlarımızdan vazgeçmekte zorlanıyoruz, bunu hemen hemen hepimiz yapıyoruz. Alışkanlıklarımızdan kopmak yerine iyi ya da kötü onlarla yaşamayı yeğliyoruz. Çünkü değişime karşı oluşturduğumuz dirençlerimiz var. Değişime direncimizi ise yine korkularımız besler. Eğer değişirsem, başıma ne gelir korkusu baş gösterir. Görüldüğü gibi yine korku başroldedir. Korktuğumuz için değişmek istemeyiz, değişime direndiğimiz zaman ise işte bu şekilde bir kısır döngüde, sürekli isyan ederek hayatımızı sürdürmek zorunda kalırız. Aslında burada kendimize şu soruları sormalıyız: “Bu şekilde devam etmem ne kadar anlamlı?” ya da “Bu durumun içinde bulunmak bana ne hissettiriyor?”, “Neden korkuyorum?” Bu sorulara verdiğimiz cevaplar çoğumuz için “Devam etmemin anlamı yok.”, “Kötü hissettiriyor.” “Korkuyorum, çünkü ya şu olmazsa ya bu olmazsa…” ,”Hayatımı yaşanmaz kılıyor.” şeklinde olacaktır. Çünkü kimse acı çekmekten hoşlanmaz ve aslında içten içe iyi olmak ve mutlu olmak ister.
Mesele farkında olmakta ve iyileşmek istemekte
Değişime olan direncimiz ve korkularımızın bizi tuttuğu gibi bir de çoğumuz çevremizde ve kendimizde ne olup bittiğinin farkında olmadan yaşıyoruz. Haberlerde sıkça, sokakta fenalaşan kimseleri umursamayan insanları görmüyor muyuz? Böyle haberleri izlerken çoğumuz “Bu nasıl insanlıktır?” demiyor muyuz? O halde burada bir farkındalıktan bahsedebilir miyiz? Daha kendinin ne olduğunun farkında olmayan bir insandan, karşısındakine empati yapmasını bekleyebilir miyiz? Tabi ki hayır. Çünkü bizler, yani modern toplumun bireyleri, kendimizin farkında olmayarak, sadece gündelik yaşamımızın girdabında kaybolarak yaşıyoruz. Hızlı yaşıyoruz, hızlı tüketiyoruz, hızlı seviyoruz fakat hiç durup kendimizi sorgulamıyoruz. Dolayısıyla işin hiç bu boyutuna inmiyoruz. Burada farkındalıktan kastım, duygusal öz farkındalık ve ruhsal farkındalıktır. Duygusal öz farkındalık kişinin kendi duygularının ve onların yansımalarının farkında olmasıdır. Ruhsal farkındalık ise kişinin, kendini bedenden ziyade ruhsal bir varlık olarak algılaması demektir. Yani bedenin kısıtlarından öte düşünmesi ve hayatını buna göre anlamlandırması demektir. Kaçımız bunu yapabiliyoruz? Kaçımız öfkemizin, korkularımızın sebeplerini merak ediyoruz? Ya da kaçımız günde bir beş dakika kendine ayırıp “Ben ne yapıyorum?” diyor. İşte mesele de burada düğümleniyor zaten ve baktığımızda da insan işte böyle tekamül ediyor, olgunlaşıyor diyebiliyoruz. Farkında olarak, bilerek, korkularını yenerek