Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Sevgi Yoksunluğunun Doğal Sonucu: İtaat Ve Korku

Sevgi Yoksunluğunun Doğal Sonucu: İtaat Ve Korku

Kötü insan korkuya itaat eder, iyi insan aşk’a biat eder. Sinan Yağmur

İtaat; kısaca kişinin bir otorite figürü tarafından yöneltilmiş bir talebe ya da buyruğa uyması­na denmektedir. Bireyi itaat psikolojisine iten birçok psikolojik alt yapı vardır, ama en basit tanımı budur.

İtaat olgusu, hem psikolojinin hem de sosyolojinin inceleme alanına girmiştir. Bu konuda çeşitli deneyler de yapılmıştır. Bunların en ünlüsü bazılarına göre işkence sayılabilecek olan ve sosyal psikolog Stanley Milgram tarafından gerçekleştirilen “Milgram Deneyleri”dir.

Stanley Milgram, 1960’lı yıllarda insanların kötü olduklarını bilseler bile herhangi bir otoriteye karşı hangi dereceye kadar itaat edeceklerini ölçmek istedi. Onu bu durumu ölçmeye iten motiv ise Nazi Almanyası zamanında, Hitler’e itaat eden kişilerin ya da subaylarının sorgulandıkları sırada söyledikleri: Ben kötü bir şey yapmadım, sadece emirleri yerine getirdim.” “Ben kimseyi öldürmedim, yalnızca Auschwitz’deki imha programının başındaydım; emirleri veren Hitler’di. Gibi ifadeleri olmuştu. Ona göre insanlar bir caniye neden itaat ederlerdi veya nasıl bir caniye dönüşebilirlerdi? Bunu onlara yaptıran neydi, hangi psikolojiydi? Bu bağlılık mıydı? Korku muydu? Yoksa sevginin bir tezahürü müydü?

Katılımcılara deneyin “cezanın öğrenmedeki etkileri” üzerine olduğu söylendi ve deney tamamlandıktan ancak belli bir süre sonra asıl amacı açıklandı. Deney başlamadan önce, diğer bir katılımcının da var olduğu, aralarında kura ile bir ‘öğretmen’ ve bir ‘öğrenci’ seçeceğini açıklandı. Seçim, ‘öğrenci’ ve ‘öğretmen’ yazan iki kâğıdın katılımcıların kura yöntemi şeklinde seçimiyle yapılacaktı. Denekler, öğretmen ya da öğrenci olmak üzere kura çekeceklerini düşünüyorlardı fakat kura her iki kağıtta da öğretmen yazacak şekilde ayarlanmıştı. Bu sebeple denekler her halükarda öğretmen olacaklardı. Öğretmen rolünde yapmaları gereken ise yandaki odada kelime çiftlerini ezberlemeye çalışan ve bir şok aletine bileklerinden bağlanmış diğer deneğe yanlış yaptıkça elektrik vermekti. Bu sırada öğretmen rolünde olan deneklerin yanında da onlara ne yapması gerektiği konusunda emir veren bir gözetmenleri vardı. ‘Öğrenci’ ile ‘öğretmen‘ birbirinin sesini duyabileceği ancak birbirini göremeyeceği farklı odalarda yer aldılar. Deneyin asıl amacında otoriter figürü temsil eden, özellikle sert ve disiplinli görünen deney gözlemcisi, deney boyunca katılımcının (öğretmenin) yanında kaldı. Deney başlamadan önce katılımcıya, öğrencinin vereceği her yanlış cevap karşılığında uygulanacak 45 voltluk bir elektro şok, öğrencinin çekeceği acıyı öngörebilmesi için uygulandı. Her ne kadar işkence gibi bir deney olsa bile sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı.  İlk yapılan deneyde, katılımcıların %65’i (40 gönüllüden 26 tanesi), deneyi sonlandıran en yüksek ceza seviyesi olan 450 Volta kadar çıkmıştı. Bu insanların çoğu, karşılarında kendileri gibi bir deney gönüllüsü olduğunu sandıkları insana bu seviyelerde elektrik akımı verirken soğuk soğuk terlemelerine, dudaklarını kemirmelerine, inlemelerine, sinir krizi geçirmelerine rağmen öldürücü seviyede akım vermekten imtina etmemişlerdi. Yani insanlar bir otoriteden aldıkları emirleri, tereddütsüz bir şekilde uyguladıklarını ispatlamıştı. Dikkatinizi çekmek isterim ki bu insanların hiç biri sosyopat, sadist ya da psikopat değillerdi. Çünkü deney öncesi çeşitli kişilik testlerine alınmışlardı. Kısacası bu deney hem Milgram’a hem de bu konuları araştıran bilim adamlarına, Auschwitz’deki katliamın ya da insanların otoriteye ne denli boyun eğebilecekleri konusunda fikir vermiştir diye düşünüyorum.

Ama hepsi bu mudur?

Korkunun emir-komuta faktöründe etkili olduğu açıktır fakat insanlar neyden bu kadar korkarlar? Nazi subaylarını ele alalım. Hitler’e sıkı sıkıya bağlı bu subaylar, belki de işkenceleri yaparken insani duyguları ortaya çıkmış ama korku sebebiyle devam etmişlerdir.

Bu korkular neler olabilir?

Burada fobik rahatsızlıklardan bahsetmiyorum. Daha çok toplumsal yani bireyin diğer insanlar karşısında değersizliğine neden olabilecek; toplumdan dışlanma, statü korkusu vb… olacağından bahsediyorum. Tabi bunların dışında en önemlisi ölüm korkusu! Ölüm korkusu fobik diyebilirsiniz ama ben sadece fobi ile alakalı olmadığını hemen hemen her insanda az da olsa olan ve hayatımıza şekil veren bir korku olduğunu düşünüyorum. Belki de evrimseldir. Hayatta kalmak için ölümden korkmak ya da öldürmek!

Hitler’in psikopatolojisini göz önüne aldığımızda, gaddar olduğu, hatta kendi gücünün kadir-i mutlak (nihayetsiz kuvvet, kudret sahibi, şeref ve azamet sahibi olan) olarak gördüğü su götürmez bir gerçek. Bu durumu düşünürsek subaylarını, emirlerine itaatsizlik karşısında ölüm ile cezalandırabileceğini ve bundan herhangi bir beis görmeyeceğini, pekâlâ düşünebiliriz.

Bir diğer durum ise bu subayların ne kadar insani duyguları olduğunu sorgulamak olacaktır. Herkes bu duygulara sahip midir?

Bu durumu açıklamadan önce duygu nedir ona bakalım: Duygu, bir olay, kimse ya da nesnenin insanın iç dünyasında oluşturduğu, uyandırdığı yankı, etki, tepki, izlenimdir.(vikipedi) Duygularımız içsel, ailesel ve çevresel durumların etkisi ile oluşan fizyolojik bir değişimdir. Ama duygunun oluşabilmesi için deneyimlerimizin üzerimizde tutum ya da inanç kalıbı şeklinde etkisi olması gereklidir. Mesela; çok sevdiği arkadaşlarına bile agresif davranan bir kişiyi ele alalım. Büyük ihtimal bu kişiyi sorguladığınızda insanlara bu şekilde davranmasının altında bir çeşit inanç kalıbı/düşünce yatacaktır. Bu inanç kalıbı “İnsanlar kötüdür.” “İnsanlara güvenmemelisin.” Ya da “İnsanlar seni kullanır.” Gibi düşünceleri olabileceğini görebiliriz. Bu da bu kişinin, diğerlerine karşı agresif bir tutum geliştirmesine ve bu tutumları sonucunda agresif davranmasına neden olacaktır. Veya belki de bu kişi duygu sağırlığı dediğimiz durumu yaşıyordur. Ama bu kişi duygu sağırlığını yaşasa bile bu bize, bu kişinin bir inanç kalıbı geliştirmediği sonucunu vermez.

Peki duygu sağırlığı(aleksitimi) nedir ve nasıl oluşur?

Aleksitimi, yani Latince adı ile Alexithymia hastalığının Türkçe kelime olarak karşılığı “duygu sağırlığı” manasına gelmektedir. 1970’li yılların başlarında Peter Sifeneos isimli psikoterapist tarafından keşfedilmiştir. (Alıntı:psikolojik.gen.tr) Aleksitimisi olan bireyler başkalarının duygularını anlamada ve kendilerini ifade etmekte sorun yaşarlar. Belki siz de bir aleksitimi olan kişi tanımışsınızdır. Mesela; gülümseyerek selam verdiğiniz bir tanıdığınızın sizi görmezden gelmesi ya da karşılığında sessizce başını sallaması bu kişilerden olabilir. Ama şu noktayı da kaçırmamamız gereklidir:

Bu kişiyi bu duruma iten neydi? Ne yaşadı da bu duruma sahip oldu?

Bu konu oldukça dallanıp budaklanabilir. Bu durumu; ailesi, travmatik deneyimleri veya kişinin doğuştan getirmiş olduğu özelliklerine varana kadar açıklayabiliriz. Hitler’in subaylarının yaptığı sadist davranışları da belki de bu hastalık kaynaklı olduğunu düşünebiliriz ama bu sadece bir varsayımdan öteye geçemeyecektir. Çünkü insan denilen varlık çok boyutludur ve tek bir boyuttan onu değerlendiremeyeceğimiz kanaatindeyim.

Korku ve itaat sevgi değildir!

Korku itaati getirir. Fakat sevgiyi? Benim düşünceme göre karşısındaki kişiye itaat eden bir kişinin bu davranışının altında korku yatar ve bir ilişkide korku varsa, sevgi olamaz. Çünkü sevgi denilen duygu içinde hiçbir şekilde olumsuzu barındırmayan, tamamen pozitif bir duygudur. Sevgi çekim yasasına göre çalışır ve koşulsuzdur. Sevgi sadece karşı cins arasında olmaz; evrenseldir. Her şeyi sevebiliriz. Kısacası ÖZ’dür ve ÖZ’ümüz sevgidir. Fakat korku bunun zıttıdır ve tabi itaat de… Örneğin; bir kadın düşünün, kocasını sevdiğini iddia ediyor fakat kocasından izin almadan hiçbir şey yapamıyor ondan korkuyor ve bunun neticesinde ona itaat ediyor. O zaman burada kadının kocasını gerçek anlamda sevdiğinden bahsedebilir miyiz? Sanmıyorum. Bu olsa olsa bağımlı dediğimiz ilişki türüne girer. Kocası öldüğünde sıkıntılı bir ilişki de olsa büyük bir boşluğa düşecektir. Yani bu kadının bir otorite figürü arayışıyla ve buna ihtiyaç duymasıyla; kocasına duyduğu korku arasında bir bağ vardır ve emin olun bu bağ, sevgi değildir. Tabi bu ihtiyacını neden doğduğunu da sorgulayabiliriz belki de yetiştiği ailede baba figürü de böyleydi. Bu durumda kadının otoriter bir aramasının ya da erkeğin otoriter olmasının iyi olduğu gibi bir düşüncesinin oluşmasını ve buna göre eş bulmasını açıklayabiliriz.

Aynı şey inanç olgusu için de geçerlidir. Korku ile inanç yan yana gelmez; gelmemelidir de zaten. Fakat yıllardan beri bizlere Allah/Tanrı ya da Yaratıcı’yı tek yolunun ondan korkmak ve ona itaat etmek olduğu aşılandı. Yaratıcı’nın bizleri cehennemiyle tehdit ettiği bir sevgi türü! Kulağa mantıklı gelmiyor değil mi? Yeni dönemle özellikle New Age akımıyla birlikte bu yavaş yavaş değişse de, maalesef hala inancını bu şekilde yaşayan insan sayısı azımsanamayacak kadar fazla! Belki de dünyada bu yüzden bu kadar savaş hâkimdir. Kim bilir!

Exit mobile version