Anneme ve tüm eli öpülesi öğretmenlerimize
Aslında başka bir yazımı düzeltmek için bilgisayarın başına geçmiştim…
Şöyle başlıyordu;
Bir şarkının peşine takılıp çok uzun süredir yapmadığım bir şey yaptım, kendim için tatile çıktım. Bülent Ortaçgil’in şarkısı Bozburun beni kendi sınırlarımın dışına taşımıştı…
Tam bunları yazıyordum ki kapı çaldı ve annemin öğrencileri geldi.
Annem 90 yaşında bir Cumhuriyet öğretmeni.
Babası yani dedem okumasına izin vermiyor, annem de ondan gizli, komşusuyla gidip kendisini Cumhuriyet Kız Enstitüsü’ne yazdırıyor. Dedemden izinli gitmediği için cebinde harçlık yok. Her gün kilometrelerce yolu yürümeyi ve harçlığı olmadığı için okula, aç gelip gitmeyi göze alıyor.
1946’da Köy Kadını Gezici Kurs öğretmeni olarak atanıyor. Gideceği köylerde yol yok, araba yok, elektrik yok, su yok. At arabasıyla bizim şimdilerde bir saatte gittiğimiz mesafeyi, neredeyse tam günde kat ediyor. Ailesi İzmir’de, o tek başına köyde… “Bakkalda yoktu, kasapta yoktu evladım “ diye anlatıyor. “Köyün çeşmesinden su doldurup, kandilin ışığında, gece işimizi işlerdik” diyor. Köylü ekmek yapıp getirirmiş, birisi de koyun keserse bir parça et olurmuş evde, böylece çalışmış senelerce…
“Anne ne işin vardı 18 yaşında gencecikken, yolu izi bilinmez o köylerde?” demiştim bir keresinde.
“İşimi çok sevdim” dedi. “Kendi ekmek paramı kazanıp, kendi hayatımı kurtarmıştım, oradaki kadınlar da yol göstermek istedim”, “Bir kadın eğitilirse bir aile eğitilir, öğrencilerim şimdi büyüdü, anne oldu, torun sahibi oldu, benim ektiklerim filiz verdi” dedi.
Kapıyı çalan öğrencileri 65- 70 yaş civarındaydı… Annemin kulakları az duyup, gözleri çok zayıfladığı için, kendilerini bağırarak anlatma telaşındaydılar, “Ben koyuncuların Ayşe, Ekerler’in Sabahat, Boşnakların Halide…” sanki anneme öğrenci olarak geldikleri yaştaydılar! Geçmiş yılların yarattığı özlemden, göz yaşları akıtıp, ellerinden öpüyorlardı. “Senin sayende çocuklarımı okuttum.”, “Kocam genç yaşta öldü açta açıkta kalmadım…”, “Aileme baktım.” diyorlardı.
Hepsi sevgiyle ellerine sarılıyor, kucaklıyordu… Bahçelerinden zeytin, sabun, sabunluk, kurabiye… Sıcacık samimiyetle paketlenmiş, içlerindeki sevgiye paha biçilemez hediyeler vardı ellerinde.
Köylerdeki bu kursta annem; ev ekonomisi, dikiş, halı dokuma, sofra adabı, giyim kuşam teknikleri , ev yapımı salça, zeytin, çocuk bakımı, çocuk giyimi öğretmiş.
Öğrencileri, hayatı ondan öğrendiklerini söylüyorlar… Çoğu çok genç evlenmiş, evlerindeki düzeni kurmalarına, ayakları üzerinde durmalarına dolayısıyla kendilerine güvenmelerine, sosyal hayata adım atmalarına, ekonomik sıkıntılarını aşmalarına çok katkısı olmuş bu eğitimlerin.
Bir yandan gözlerim doluyor seyrederken, öte yandan kendi sınırlarımı düşünüyorum. Sınır dediğim ne? Nerede başlıyor nerede bitiyor diye?
Şimdi sınırlar tekrar tanımlanıyor kafamda.
Aşkla yaratılmış ve ışıktan mütevellitsek, ışığın önüne düşürdüğümüz gölgemiz kadar yansıyoruz hayata. O gölgenin (düşüncelerimizin, niyetlerimizin, yaptıklarımızın) sınırları belirliyor yansıttığımızı.
Ben buraya sınırlarımla ilgili bir farkındalık yazısı yazacaktım, ışığın önünde durup, gölgemle duvara ne yansıttığıma baktım sonra anneme, ve milletine hizmet ederek, onlar gelemiyorsa ışığı onlara taşıyarak , eğiterek, yarınlara hazırlayarak, destekleyerek, illa ama illa çok severek sınırları kaldıran Başöğretmenimize ve diğerlerine …
Düşüncem kadar sınırlıydım, sevebildiğim kadar sınırsız.
Hepsine hürmet ve aşkla!!!