Çok uzun yıllardır bilim adamları, düşünürler insanların mutluluğu üzerine kafa yoruyor, araştırıyor, gözlemliyorlar. Sanıyorum, binlerce yıl geçti insanın doğada var olmasının üzerinden… Sayısız uygarlıklar kuruldu, çağlar bir biri ardına devrildi… İnsan aklının, beyninin olumlu kullanımının ürünü teknoloji alanında muhteşem “üretimler” hayatımıza girdi… Teknoloji artık dünyaya sığmamaya, haliyle de insanoğlu bu dünyaya sığmamaya başladı. O yüzden de uzayın derinliklerinde kendine bir yer aramanın peşine düştü… Şu anda hiç birimiz “teknolojinin” ve onun sebep olduğu gelişmenin yakın gelecekte bizlere neler kazandıracağını, nerelere sürükleyeceğini bilmiyoruz…
Sorunumuz büyük aslında, teknoloji aldı başını gidiyor da, insanoğlu hala “mutluluğu” yakalayamadı, mutluluğun kalıcı ve onarıcı yollarını bulamadı… Bilim adamları ve düşünürler insanoğlunun bu alandaki çaresizliğine hatta yenilgisine bir anlam veremiyorlar. Kabullenmelerini de beklemek elbette mümkün değil… Ne ilginçtir ki, insanoğlu doğa karşısındaki mücadelesinde inanılmaz başarıları yakalarken, kendisiyle mücadelesinde olması gereken aşamaları kaydedemiyor… Yani insanoğlu “kendi sırrını” çözmeye muvaffak olamadı. İşte bu nedenle de düşünürler bir erkeğin, bir kadını mutlu edebilmesi için dostça paylaşımı, baba gibi koruyucu olması, adam gibi sevmesi” biçimindeki sözlerine kısa bir ara verip “mutluluk” üzerine düşünmeye öncelik vermeye başladılar…
Yani binlerce yıldır süre gelen “Mutluluk nedir, nasıl ulaşılır, nasıl mutlu olunur” gibi binlerce soruya makul mantıklı daha da önemlisi kalıcı cevaplar arıyorlar… Çevremize özellikle ülkemizdeki toplum profiline baktığımızda cevap bulamadığımızı görüyoruz. Bu konuda sorulan sorulara verilen yanıtların çoğu net değil, anlaşılır değil… Çünkü insanoğlu doğayla mücadele ederken onu aşmaya çalışıyor, teknolojisini geliştiriyor, teknolojiyi geliştirdikçe de aşıyor ama ondan uzaklaşıyor, doğanın bir parçası olduğunu unutuyor… Hal böyle de olunca doğadan uzaklaşan insanoğlu aslında kendisinden de uzaklaşıyor, kendine yabancılaşıyor, özünden kopuyor… Teknoloji geliştikçe ve sıkça kullanıldıkça insan aslında kendi teslimiyetine imza atıyor. Gelişen teknoloji kendi potansiyelini azaltıyor güçsüz hale getiriyor. Mekanik bir yaşamın zevksizliği ve donukluğu zevk almama, beğenmeme olgularını bedene yerleştiriyor ve böylece evrenin sahibince yüreğimize monte edilen “mutluluk” genleri kendine alan bulamıyor.
Düşünsenize insanoğlu kendi yapımı teknolojiye esir düşüyor, esir düştükçe de kendi hemcinslerine olan insani yaklaşımlardan uzaklaşıyor, uzaklaştıkça da duygusal enerjisini sıfırlıyor… Bu halde iken de sadece öteki insanlardan uzaklaşmıyor kendi dünyasından da uzaklaşıyor… Dedim ya yazımın başlığında olduğu gibi; kendimize yabancılaşıyoruz… Her şeyden önce de “duygularımıza” yabancılaşıyoruz, böyle de olunca inanılmaz bir yalnızlığa, bu yalnızlık yüzünden de “mutsuzluğa” sürükleniyoruz… Ağaç kurtlarını bilirsiniz, beslendiği varlığını borçlu oldukları “ağaçları” yiyip bitiriyor ölümüne sebep oluyorlar. Teknoloji de aynen ağaç kurtları gibi insanı içinde ne varsa, yiyip bitiriyor… Ne yazık ki “teknoloji” bağımlılığı giderek artıyor ve insanoğlu kendi kuyusunu kendisinin kazdığının bile farkına varamıyor. Duygusuzluk devri teknoloji çağı bana göre… Oysa biraz düşünse; duyguları yaşam enerjisi hatta anahtarıdır. Duygunun lokomotifi ise “sevgidir”.
Yaşamın içinde sevmek ve sevilmek ile ifade edilen “sevgi “yoksa sevmek duygusundan soyutlanmışsa insan, yaşam enerjisini yitirmiş demektir. Yaşam enerjisini yitiren birinin mutluluğu asla söz konusu bile olamaz. Buna engel olmanın yolu sevmek, sevgiye sevgiliye sarılmak ve sahiplenmek gerek… Ama buraya kadar okuyanlar sakın sevmek zorundaymışız gibi algılamasınlar lütfen; sevgi içinizden gelmediği sürece anlam kazanamaz… Yürekten, içten gelerek sevmenin sonunda “mutluluk” kendiliğinden gelir… İçten gelmeyen istenmeden yapılan her şey insanoğlunda sinir gevşemesi(stres) yapar. Öfke küpü olur yüzleri gülmez, başkalarının gülümsemesinden etkilenmez hatta sinirlenmelerine neden olur. Sevgi sevilme duygusuzluğudur içini kemiren; mutsuzluk değilse nedir bunun adı…
Eğer içten gelerek ve nedensizce sevebiliyorsak mutlu etmek, dolayısıyla da mutlu olmak enerjimiz beden bulmuş demektir… Dolayısıyla “mutluluğu” aranmak için çok uzaklara gitmeye gerek yok; mutluluğun kaynağı da anahtarı da içimizde ve bizde… “Sevgi” kısacık bir kelime değil ki; olağanüstü bir enerji kaynağı ve hepimizde var olan bir duygu…
Mutsuzluğun panzehiri; nedensiz çıkarsız karşılık beklemeden ve içten sevmek, o kadar… Mutsuzluğa, huzursuzluğa, ayrılıklara başka bir formül aramaya gerek var mı? Rahmetli babam “Sana üç miras bırakıyorum,” demişti ölürken; sevgi, sevgi, sevgi… O yüzden ben çok zenginim…
Tek şikayetiniz kalabalık sevgilere sahip olmak olsun…