Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Stefan Zweig’in Edebi İntihar Saplantısı

“Eğer nasıl biri olduğumu bilseydiniz, şu anda beni selamlarken yüzünüzde gördüğüm o tatlı, dostane gülümse kim bilir nasıl donup kalırdı dudaklarınızın kıyısında!”

Stefan Zweig, yazdığı metinlerde olayları, kişi davranışlarını, onların düşün dünyalarını en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm ve gerilimle vurgular. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne, “En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması,” notunu düşer. Bu cümle edebi bir metafor değildir. Zweig’in, kendisi ile birlikte  eşini de intihara sürüklediği ruh halinin yansımasıdır. “Ay Işığı Sokağı” isimli kitabındaki, öykülerini ve özellikle “Leporella” metni okunduğunda görüleceği gibi intihar, yazarın vazgeçemediği saplantısıdır. Bu saplantısını, metinlerindeki karakterleri böcekleştirecek kadar ileri taşır.

Okur bu karakterlerden nefret eder ve hiçbir empati kuramaz. Oysa Stefan Zweig, okurunun bu empatiyi kurabilmesini ister. Hitler faşizminin durdurulabilmesi için bu empati ve sorgulama gereklidir. Aksi halde, bir metafor olsa da, insanın yanında bulundurduğu morfini kullanması gerekecektir!

Zweig’in, “Leporella” metni, var oldukları kimlikleri içinde, bulundukları yerden başka gidecek yerleri olmayan, eski söz ve davranış kalıpları içinde sıkışıp kalmış olduklarından başka bir yerlere de gitmek gibi arzu duymayan küçük insanların öyküsüdür. Leporella ya da gerçek ismiyle Crescentia Anna Aloisia Finkenhuber, iradesi sıfırlanmış, geleceğe doğru gelişme yeteneğini yitirmiş, alıştığının dışında yaşadığı herhangi bir travmada alıştığı yerden koparıp başka bir yere attığında, hiçbir eylemde bulunamayacak kadar pasif bir karakterdir. Çok zor da olsa harekete geçebilmesi için, ruhunda ve zihninde dönüşümü sağlayacak bir tetikleyiciye ihtiyaç duyar.

Yazar, köhnemiş, ömrünü tamamlamış gerçeklikler mezarlığındaki postlarına, geçmişteki anılarına, zulme ve acı çekmeye duydukları hastalıklı tutkularına ölümcül şekilde bağlanan karakterlerin hayatlarından zulmü, acıyı çekip aldığında, elleri ile kendi yaşamlarına son vermenin dışında geriye anlatacağı bir şey de bırakmaz.

Zilletal’in küçük bir dağ köyünde evlilik dışı dünyaya gelen, çalışmaktan tükenmiş, iri kemikli, sıska bir dağ atına benzeyen Leporella, otuz dokuz yaşına kadar aynı yerde yaşadı. Düşünürken çabuk yorulurdu ve olayları kavraması bundan ötürü yavaştı. Her yeni düşünce, zor geçirilen bir elekten damla damla akarcasına zihninin derinlerine ulaşırdı ve bu düşünceyi benimserse inatla bırakmazdı. Gazete, dua kitabı veya herhangi bir şey okumak mizacına tersti. Yazmayı ise yemek tarifleri için kullanırdı.

Evlilik dışı bir ilişkiden doğduğu için on iki yaşında hizmetçilik işine verilir. İnatçı bir çalışma azmine sahip olduğundan, önce bir hana, sonra arabacıların uğrak yeri olan bir meyhanede çalışmaya başlar:

Sabahın beşinde işe koyulur, gece yarısına kadar silip süpürür, ocağı yakar, yerleri fırçalar, ortalığı toparlar, yemek pişirir, hamur yoğurur, ovalar, ütü yapar, çamaşır yıkar, halı döverdi. Kilisenin dışında kendi iradesi ile gidebileceği hiçbir yer yoktu. Erkekler onu rahatsız etmezdi; çünkü çeyrek asırdır aynı işi yaptığından kadınlığına dair hiçbir tarafı kalmamıştı. Onu mutlu eden tek şey, köylülere ve basit insanlara özgü olan para istifçiliğiydi.

Bu yabani kadın, anayurdu Tirol’ü salt para uğruna otuz yedi yıl sonra ilk kez terk eder. Simsar bir kadın, onun şikayet etmeden çalışmasını görerek, Viyana’ya gelmesi için kandırır. Baron von F…’nin evine hizmetçi olarak yerleştirilir. Pazara giden dört sokak ve kilisenin dışında hiçbir mekanı merak etmezdi. Tirol’daki alışkanlıklarını devam ettirir. Sabahın beşinden gece yarılarına kadar şikayet etmeden hizmet etmeye devam eder.

Aslında Baron von F…’nin de, tuhaf olan ev düzenine katlanabilecek tam da böyle at gözlüğü takmışçasına zihnini kapatmış bir yaratığa ihtiyacı vardı. Çünkü daha önceki hizmetçiler evin gergin havasına işe giriş ve istifa arasında kalan gerekli yasal süreden fazla dayanamıyorlardı. Evin hanımının öfkeli, isteri derecesindeki çığlıklarına katlanmak hizmetliler için çok zordu. Essen’li çok zengin bir fabrikatörün geçkin kızı olan bu kadın, bir kaplıcada bu kendinden hayli genç ve yakışıklı olan Baron’la tanışmış ve aceleyle evlenmiştir. Balayı biter bitmez de genç Baron’un gerçek yüzünü görmüştür. Yığınla borç, çapkınlıklarının fazlalığı ve hiçbir gelirinin olmaması evliliği amacından saptırmıştı. Baron, bu gür ve buyurgan sesiyle kulaklarını tırmalayan, ensesi kalın, iriyarı Doğu Almanyalı kadına karşı evlilik görevlerini yerine getirmesi için artık hiçbir neden göremez olmuştu. Kadın, biriken öfkesini başka alanlara yöneltmektedir. Hizmetçilere sövüp, saymakta, haklı istekleri, gösterdiği hiddetten dolayı masum insanları canından bezdirmektedir. “Bu fırtınalı kargaşanın ortasında yağmurda bekleyen fayton beygiri gibi bir tek Leporella sarsılmadan kalabiliyordu.” Çarpılarak kapatılan kapılara, öğle yemeklerinin yarıda kesilmesine, baygınlık geçirircesine yaşanan isteri nöbetlerine aldırmıyordu. Kimseyle ilgilenmeden mutfağa, pazara gidip geliyordu. Çevresini duvarla ördüğü bu döngünün dışında olup bitenler umurunda değildi.

Devletin canı on yıllık aradan sonra nüfus sayımı yapmak istemişti. Kimlik bilgilerinin doğru doldurulması için Baron, hizmetlileri sırayla yanına çağırdı. Baron von F…’nin, Leporella’ya yaşını, adını, doğduğu yeri sorması ile başlayan konuşma, kadının doğduğu yerdeki “Avcı”nın tanıdık çıkması üzerine sohbet daha samimi hal alır. Kadın, adamın gösterdiği samimiyet karşısında sevinçten kızarır. Bu konuşma, yazarın deyimi ile bu boğucu yaratığın balıklar gibi saklanmış duyguları üzerinde bataklığa atılan taş etkisi yaratır. Üstelik adamın, hizmetçinin kalçasına teklifsizce vurması kadının uyuşuk duygularının uyanmasına sebep olur.

Bu yaşananlardan sonra, Leporella, Baron’a yakınlaşır, Barones’e düşmanlık duymaya başlar. Barones’in isteklerine kayıtsız kalıyor, emirlerini geç yerine getiriyor, ona hizmet etmekteki isteksizliğini her fırsatta gösteriyordu. Karı-koca’nın sürtüşmeleri tatsızlaşarak büyür. Barones’in isterik çığlıkları, huysuzlukları, asabiyeti giderek artar. Sonunda çağırılan doktorun, kadının iki ay sanatoryumda yatması önerisini kabul ederler. Bu durum Baron ve Leporella’nın sonu cinayete varacak suç ortaklığının başlangıcı olur.

Hizmetçi, efendisinin tüm arzularını yerine getirebilmesi için uğraşır. Hatta yaşı küçük bir kadını kendi elleri ile Baron’a teslim eder. “Yaşamı boyunca canını dişine takmaktan bitkin düşmüş, onlarca yıldır çalışmaktan cinsiyetini yitirmiş bedeni onu artık çoktandır sıkıştırmadığı için, birkaç gün sonra yatak odasına giren ikinci, hatta hemen ardından üçüncü bir kadının arkasından göz kırparak yaptığı çöpçatanlıktan duyduğu hazzın tadını çıkarıyordu.” Suç ortaklığı ve erotik ortamın iç gıcıklayıcı parfümü, onun uyuşmuş duyularını adeta volkanik bir dağ gibi patlatır.

Ama doğa, hiçbir aşamayı atlayıp geçmez. ”Bu iri kemikli, sıkıcı canlıda, karmaşık ve çarpık bir tutkunun baskısıyla zihinsel bir devinim zorla gerçekleşmiş olsa da, Leporella’nın sonradan edindiği dar kafalı düşünce tarzının, hayvanların kısa süreli dürtülerine benzemekten öteye gidemediği ilk fırsatta ortaya çıkmıştı…köpekler gibi bağlandığı efendisine her alanda hizmet tutkusu içinde öylesine kapılıp gitmişti ki, evin uzakta olan kadınını tamamen unutmuştu.”  Baron ve Leporella, Barones’in dönmek üzere olduğunu öğrendiklerinde kötü bir değişimin eşiğine gelmiş olduklarını anlarlar. “Bu haber anlaşılan seni de sevindirmedi, Cenzi. Ama yapacak bir şey yok,” der, Baron. Hizmetçinin, “Şey…şey…bir şey…yapılabilir aslında…” diye söylenmesi, işlenecek cinayetin şifresidir.

Leporella’nın, işlediği cinayet, Baron’da korkuya neden olur. Karısından kurtulmuştur, ama Leporella’dan nasıl kurtulabilir ki? Hizmetçiyi yok sayar. Tüm ilişkisini keser, uzak yolculuklara çıkar. Bunlar da yetmezmiş gibi, Baron, eve kahya alır ve hizmetçi bu kahyayı geçerek asla Baron’la iletişime geçemez. İstenmediğini anlayan Leporella, “Giderim ben…muhterem beyefendiye yük olmak istemem…” diyerek, Baron’un evinden ayrılır. Efendisine, köylü işi ahşap bir kutu içinde hiç harcamadığı paralarını, Baron’un avdan gönderdiği birkaç kartpostal, iki tiyatro bileti, bir gümüş yüzük, yirmi yıl önce çekilmiş bir fotoğraf bırakmıştır. Ertesi gün polis raporlarında kırk yaşlarındaki bir kadının Tuna nehri köprüsünden atlayarak intihar ettiği yer alır.

Karakterlerin gönül hoşluğuyla ve büyük bir özsaygıyla acı çekmeye hazır oldukları ki, bu hiç kuşkusuz çok sağlam, ama bir yandan da yıpranmış, kirlenmiş yaşamları, her türlü çirkefle yağlı bir muşambaya döndüğü için ve yalnızca bu nedenle, zamanın yıkıcı etkileri onlara hiç ulaşmıyordu. Düşünceleri ve duyguları önyargı ve dogmaların o alabildiğine dar ve ağır kılıfına öylesine alışmıştı ki, kanatları yolunmuş ve sakat bırakılmış olmalarına karşın rahat rahat yaşayıp gidiyorlardı.

Bu artık alışkanlığa dönüşmüş kayıtsızlık dünyası toplumsal hayatın en hazin olgularından biri olmuştu. Faşizm böylesi bir toplumsal sistemde, tıpkı taş bir duvarın gölgesindeymiş gibi yavaş, çarpık gelişir. Bu karanlık dünyada sevginin ışığına pek yer yoktur; buna karşılık öfke, kin, aşağılanmışlık ve her zaman nefretle el ele olan kıskançlık çoktur. Faşizmin ateşi gibi görünen şeyse, çürüyüp irinlenmenin sahte ışıltısından başka bir şey değildir.

Kitap: Bayram SARI

indigobayram@gmail.com

Ay Işığı Sokağı, Stefan Zweig

Çevirmen:          Regaip Minareci

Yayın Tarihi         2018-04-24

Baskı         İş Bankası Yayınları 8. Baskı

Exit mobile version