Haddimiz değil “uyanışı biliyorum” diyerek insanları uyandırma çabasına girmek. Uyanmayanın uyandırmasından ne olabilir ki sabah çalan alarmdan ve çalar saatten başka? Kim kendisine uyandıysa o başkasına ışık olma derdine düşüyor. Ama uyanmak, yastıktan başını kaldırmakla mümkün olmuyor. Sabahın sahipsiz vakitlerinde bizi saran yorgandan çıkmak zorundayız, çünkü bizi bekleyen bir hayat var ve bizim ona seslenmemiz gerekiyor.
Gözden kaçırdığımız bir şey var: Bizim uyanışımız ile dünya uyanmıyor ve bizim uyandığımızda gördüğümüz şeyi başkaları görmüyor. Foucault, bireyin uyanışının iktidar ilişkileri içinde şekillendiğini söylerken, Sartre uyanışın, varoluşsal sancılarla kaçınılmaz bir hesaplaşma olduğunu savunur. Her uyanan defalarca uykuya dalıyor; çünkü farkındalık, zihnimizin kaldırabileceği bir yük değil. Bazen hakikatin ağırlığı, bilinçli bir unutuşu mecbur kılıyor. Tıpkı Nietzsche’nin “Gerçeği kaldırmaya gücü yetmeyen, yanılsamalarla yaşamak zorundadır” sözü gibi.
Uyumak, uyanmak, bilmek, unutmak, hatırlamak… Hepsi farkındalığımızın kendi içindeki tekrarları. Gece, içimizdeki aydınlığı ortaya çıkarmak için var olurken, gündüz de karanlığı gizlemek için kendini var ediyor. Doğu mistisizminde uyanış, dünyaya dair her şeyi terk etmekken; Batı dünyasında bireysel farkındalık ve rasyonel sorgulamaya dayalıdır. Hint felsefesindeki “mokşa” kavramı, tam anlamıyla uyanışın özgürleşmek olduğunu söylerken, modern toplumda uyanış genellikle bir kriz sonrası fark edilişten ibarettir.
İçine düştüğümüz her duyguyu, karanlık ve aydınlık arasındaki salınımı uyanış olarak tanımlıyoruz. Bize zarar veren birilerinin yaptıklarını fark edince, uyanışa geçip, bunun tekrarını engellemeye çalışıyoruz. İşimizi batırıyoruz, yaptığımız hataları fark edip uyanıyor ve yeniden başlıyoruz hayata. Açlığımızı bastırdığımızda ortaya çıkan duygular bile zihnimizde ve bedenimizde bir uyanış sağlıyor. Jung’un gölge arketipi, insanın karanlık yönleriyle yüzleşmeden tam anlamıyla uyanamayacağını söyler. Oysa biz, uyanışı yalnızca iyi hissetmekle eş tutuyoruz.
Kaybettiğimiz şeylerin ardından aynada baktığımız kendimize, acılardan sıyrılmış hallerimize yeni uyanışlar yaşıyoruz. Aydınlıkta uyanmak genelde zor geliyor çünkü konfor alanımız çok geniş, oradayken yaşadığımız hayatın saltanatını sürdürüyoruz. Japonların “satori” dediği aydınlanma, bazen tek bir anlık iç görüyle gelir ama çoğu zaman, travmalarımız ve çöküşlerimiz sayesinde büyür. Ne zamanki karanlığın içine düşüyoruz, işte o zaman başlıyor uyanma düşüncesi ve kendi varlığımızda anlık uyanışlar yaşamaya başlıyoruz.
Uyanmak, her sabah güneşin doğuşuyla olmakta ve her uyanış bir başka karanlığın davetiyesini getirmekte. Bu döngü, asırlardır devam eden bir bayrak yarışı gibi. Bayrağı teslim alan bizler, onu bir sonraki “ben”imize devrederek ilerliyoruz. Belki de gerçek uyanış, bu devri daim içinde uyanmanın bir son olmadığını, her farkındalığın yeni bir bilinmezliğe açılan kapı olduğunu kabul etmekte saklıdır.
Sabaha uyanacak olan varlığınıza teşekkür ederek, gecenin karanlığına bir mum yakın ve kendinize teşekkür edin. Gözlerinizden içeri düşen kelimelerle kendinize “Seni Seviyorum” diyerek seslenin ve usulca dokunun. Karanlığınız ve uyanışınız, varlığınızı aşk ile kutsasın…