Başkan; upuzun toplantı masasının etrafına dizilmiş yetkililerini süzdü kıstığı gözleriyle. İki elinin tombul sosisleri andıran küt parmaklarıyla altın dolmakalemini sımsıkı kavramıştı. Bu iyiye işaret değildi. Onu tanıyanlar o dik ve sakin görünen iri gövdenin arkasında aslında çok sinirlendiğini anlayabiliyorlardı.
“Doğru mu anladım?” diye tısladı. Sabahın bu erken saatinde uyanmış olmak yeterince sıkıntılıydı zaten. “Silahlar kayboldu.”

Ordu komutanları, genelkurmay başkanı, emniyet genel müdürü, istihbarat başkanı ve diğer tüm üst düzeyler aynı anda başlarını sallayarak onayladılar son cümleyi.
“Hafif ve ağır silahlar,” diye devam etti başkan. “Tabancalar, tüfekler, makineliler vs.”
“Evet,” diye karşılık verdi kime ait olduğu ayırdedilemeyen öksürüklü tok bir ses.
Başkan sustu. Meseleyi anlamaya aynı zamanda da sindirmeye çalışıyordu. Uykusunun en tatlı yerinde başucundaki acil durum telefonunun çalmasıyla fırlamıştı yataktan. Hattın diğer tarafındaki özel kalem heyecanla bir şeyler geveleyip duruyordu. O kadar laf kalabalığı arasında iki kelime seçebilmişti, “silahlar” ve “kaybolmuş”. İlk anda konutundaki görevlilere, korumalara ya da şahsına ait silahlardan bahsedildiğini sanmıştı. Fakat az önceki konuşmalardan ülke genelindeki tüm silahların kaybolduğunu anlamıştı. Tüm kentlerdeki ve elbette başkentteki güvenlik birimlerine ait santrallerin hepsi beylik tabancasının, av tüfeğinin ya da benzeri ateşli bir silahının çalındığını ihbar edenler yüzünden çökmüştü.
Bu durum çok da fena sayılmayabilirdi. Yüzbinlerce özel yerleşimden kaybolan silahlar hem şiddeti azaltır hem devletin gücünü artırır hem de yeni silah satışlarını patlatır ve ekonomiyi canlandırırdı. Ama gelgelelim mesele bununla kalmıyordu. Özel kişi ya da kurumlara ait olanların yanı sıra orduya ve emniyet teşkilatına ait silahlar da sırra kadem basmıştı. Açıklanır değildi, anlaşılır değildi, akla sığar hiç değildi.
Beynine üşüşen düşüncelerle yeniden konuştu Başkan: “Milyonlarca silah!” dedi. “Bir anda nasıl ortadan kaybolur? Hadi kayboldu? Kim alır? Nereye saklar?” Sesi gittikçe yükseliyor, yükseldikçe tizleşiyordu: “Nerede bunlar?”
Tombul parmaklarının arasından kayarak yere düşen kalemin çıkardığı zayıf gürültünün ardından masaya hızla indirdiği yumruğun gümbürtüsüyle herkes yerinden sıçradı ama kimse cevap veremedi.
***
Önceki günden daha iyi bir gün değildi. Ofisinde sıkıntıyla dolanıp duran Başkan az önce gelen yeni can sıkıcı haberleri hazmetmeye çalışıyordu. Midesindeki rahatsızlık giderek arttığına göre hiç başarılı değildi. Bir pastil daha attı ağzına. Bu sırada kapı tıklatıldı ve özel kalem müdürü içeri süzüldü.
“Başkanım,” diye fısıldadı. Gözleri çalışma masasının üstünde duran ve defalarca çaldırmasına rağmen bir türlü açılmayan telefona kaymıştı.
“Ne var?”
“Diktatör hatta,” diye karşılık verdi bu kabalığa özel kalem. “Sizinle görüşmek istiyor.”
“Tam sırası,” diye söylendi Başkan. Bir an durdu düşündü, karşısındaki adamın solgun yüzünü süzdü sonra kararını verdi: “Bağla şu manyağı.”
****
“Oo, Sayın Diktatör! Sesinizi duyan cennetlik,” dedi sahte bir neşeyle Başkan yayılarak sırtını dayadığı koltuktan isteksizce uzattığı koluyla kaldırdığı ahizeye.
Ahizeden gelen ses de aynı sahtekârlıkla yanıtladı: “Ne deseniz haklısınız Sayın Başkan! Çok mahcubum size karşı… iş güç işte…”
Yaklaşık 45 dakika süren görüşmenin ardından telefonu kapattığında Başkan daha iyi hissetmiyordu, bilakis hafif bir panik duygusu yoklamaya başlamıştı. Zira Diktatör’ün anlattıkları ve sonrasında yaptıkları istişare sonucunda ortaya şöyle bir durum çıkmıştı: Son iki günde dünyadaki hemen hemen ülkelerin tamamında silahlar yok olmuştu. Önce tabancalar, tüfekler ardından bu sabah kendi ülkesinde de tespit edildiği üzere tanklar, toplar, havanlar, bombalar, füzeler vs. Yapılan araştırmalar, soruşturmalar, uydu taramaları hiçbir sonuç vermemişti. Ne silahların nasıl kaybolduğunu ne de nerede bulunduklarını şu ana kadar çözebilen olmamıştı. Sihir gibi bir şeydi. Sanki gizli bir el parmaklarını şı
klatıyor ve dilediğini ortadan kaybediyordu…
***
Krizin üçüncü sabahı Başkan patlamaya hazır bombaya dönmüştü. O anda belki de dünyada kullanılabilir tek silah bir kendisi kalmıştı. Güne yine tatsız haberlerle uyanmıştı. Yerde gökte ne kadar ağır tonajlı savaş aracı varsa yok olmuştu. Tanklar, toplar, uçaklar, insansız hava araçları, silahlı hava araçları, gemiler, denizaltılar, akla gelen gelmeyen ne varsa havada süzülen sabun köpükleri gibi yok olup gitmişti.
Sırtını altın varaklı geniş koltuğuna dayamış, ayaklarını çalışma masasının altına uzatmış, kollarını iki yanından sallandırmış hâlde gözlerini tavana dikmişken telefon çaldı, yine.
“Ne?” diye cevapladı çağrıyı.
Anlık bir sessizlik oldu sonrasında özel kalemin titrek sesi duyuldu: “Kral hatta efendim, sizinle görüşmek istiyor.”
Derin derin iç geçirdi Başkan, aslında çalışanına eziyet ediyordu ve eğleniyordu. Ardından: “Bağla şu deliyi,” dedi. İki saniye sonra: “Ooo, Sayın Kral, sesinizi duyan cennetlik!” diye karşılamaktaydı muhatabını.
Buna mukabil; “Sayın Başkan, kusuruma bakmayınız lütfen,” diye telaşla giriş yaptı aynı sahte nezaketle ahizenin diğer ucundaki adam.
Görüşme fazla uzun sürmedi. Ama bu kez telefonu kapatırken kendisini daha iyi hissediyordu Başkan. Kral, Başkan ve Diktatör kadar zeki biri değildi belki ama süper pratik bir tipti. Sonuç odaklı çalışırdı. İskender gibiydi düğümü çözemiyorsa keser atardı. Dünyanın geri kalanında olduğu gibi onun ülkesindeki tüm silahlar da peyder pey kaybolmuştu son üç gündür. Diğer liderlerin aksine o kayıpları bulmaktan çoktan ümidi kestiğinden ya da bununla uğraşmak istemediğinden bir iş birliği teklifi ile gelmişti Başkan’a. Olabildiğince çabuk ve çok silah üretmek! İki ülke de savaş sanayiinde öncü konumdaydı ayrıca her iki taraf da diğerinin eksiğini tamamlayacak nitelikte teknolojiye ve üretim tesisine sahipti. Yapılacak şey basitti. Tesislerdeki üretim hızı artırılacak, personel açığı giderilecek, çalışma saatleri çoğaltılacak ve son sürat üretime geçilecekti. Top, tüfek, uçak, gemi her ne gerekiyorsa. Diğer yandan da alternatif teknolojiler üstünde ortak bir çalışma yürütülecekti. Tabii bütün bunların hepsini gerçekleştirmek için de gizli bir müttefiklik anlaşması yapılacaktı.
Başkanın zihni alıştığı sürati kazanmıştı. Yapılacak anlaşmanın maddelerini düşünüyor, hangisinde nasıl bir açık yaratılırsa daha avantajlı konuma geçilebilir onları hesaplıyordu şimdi. Ayrıca Kral’ın meşhur denizaltı hücum teknolojisine sahip olacak olmak onu son derece heyecanlandırıyordu. Onun da benzer bir heyecanı kendilerinde eksik olan hava savunma sistemleri için duyduğunun da bilincindeydi. Savunma füzelerini vermeden deniz altıları almanın bir yolu olabilir miydi? Olurdu tabii. Daha önce de yapmışlardı. Sadece bu kez daha dikkatli ve diplomatik davranmak gerekliydi. Dikkat ve diplomasi denince Başkan’ın üstüne kimse yoktu. İyice keyiflenen Başkan arkasına yaslandı. Hafiften bir ıslık tutturmuştu. Diğer yandan da hangi ülkelere ne pazarlayacağını karşılığında ne alacağını hesaplıyor, dünya üstündeki nüfuzunun sınırlarının nerelere varacağını düşünüyordu.
****
Bu sabah hiç keyfi yoktu Başkan’ın. Aslına bakılırsa haftalardır yani savaş üreten tüm tesislerin ve ileri teknolojilerin yeryüzünden silindiği günden beri yoktu. Milyonlarca tank, top, tüfek, tabanca, füze, bomba; yüzbinlerce uçak, gemi, denizaltı, hava aracı; yüzbinlerce fabrika ve üretim tesisi; binlerce nükleer tesis ve ileri savaş teknolojisi ortadan kalktığından beri ne savaş kalmıştı ne ekonomi.
Sanki devasa bir spreyle atmosfere mutluluk iksiri püskürtülmüş gibi bir hoşluk hâli dünyayı sarıp sarmalamıştı. Savaşa dair her şeyin kayboluşu ile yeni bir bilince yükselmiş gibi görünen insanlar daha tasasız daha hafif daha dertsizdi sanki. Kavga gürültüyü bırakın yüksek sesle tartışma bile görülmüyordu hiçbir yerde. Suç oranları muazzam düşmüştü. Arada bazı kazalar da olmuyor değildi. Mesela geçen hafta aniden bütün çalı süpürgeleri yok olmuştu dünya üzerinden. Yapılan tahkikat sonucunda kadının birinin kızdığı kocasını çalı süpürgesiyle kovaladığı tespit edilmişti. Şu sıralarda Yüksek Bilim Konseyi çatısı altında toplanan bir grup bilim adamı çalı süpürgesi yerine alternatif yaratmak için yoğun uğraşlar vermekteydi.
Kahvaltı ettiği masada iç geçirdi ve son dilim jambonu ağzına tıktı Başkan. Her şey çok sıkıcıydı. Uğraşı da işi de yok denecek kadar azdı. Ne savaş ne barış ne açlık ne kıtlık ne ekonomi derdi kalmıştı. Sadece o mu diğer liderler de aynı durumdaydı. Geçen gün TV’de Diktatör’ü görmüştü. Bir sanat programına katılmıştı. Keman ile piyanoyu ayırt edemeyen adam klâsik müzikten bahsediyordu. Ya o Kral’a ne demeli?
Tam o anda dişlerinin arasına kaçıveren bir küçük et parçası düşüncelerini kesintiye uğrattı. Başkan, otomatik hareketlerle önündeki kürdanlardan birine uzandı ancak biraz dikkatsiz davranmıştı herhalde ki başparmağında hissettiği keskin bir sızıyla yerinden sıçradı, tombul etinin üstünde minik bir kan damlası belirmişti… Şimdi bir parmağına bir de diğer eline geçirdiği iki uçtan sivriltilmiş, fabrikasyon ince ahşap malzemeye bakıp duruyordu. Boyutuna göre iyi bir performans göstermişti, canını bayağı yakmıştı. Etkili bir silâh çıkardı bundan. Bir düzenekle uzaklara fırlatılabilir, ayrıca fırlatmanın hızıyla daha da tehlikeli hâle gelebilirdi. Böyle bir düzeneği kim geliştirebilirdi? Dünyada kaç tane kürdan fabrikası vardı?
Bu konularda eğitimli zihni çoktan kâr zarar hesabını yapmaya, üretim ve pazar yerlerini düşünmeye başlamıştı bile. Derken herkeste olduğu gibi Başkan’da da bulunan o akıllı iç ses devreye girdi. Kaybolan fabrikaları ve teknolojileri hatta çalı süpürgesini hatırlattı. Ancak nafileydi, Başkan çoktan hayalinin büyüsüne kapılmıştı bile: “Dünyada kürdan kalmasa ne olur!” diye azarladı onu. “İnsanlar dişlerini başka şeylerle karıştırırlar.” “Boşuna denemeye değer mi?” diye üsteledi akıllı ses. Başkan iyice hırslanmıştı: “Nereden belli!” diye tısladı. Hep böyle gidecek değildi ya! Meydan yeterince boş kalmıştı artık harekete geçmenin zamanı gelmişti. Kürdan bir başlangıçtı. İşe yararsa ne âlâ idi yaramazsa evrendeki malzemenin sonu mu vardı? İllâ ki bir tanesi kıracaktı bu döngüyü. Mesele azim ve cesaret meselesiydi. O da dünyada bir tek Başkan’da kalmıştı anlaşılan.
***
Sıkıntıyla tıklattı dakikalardır önünde dikildiği kapıyı. Sabahtan beri her yeri aramış ancak Başkan’ı bir türlü bulamamış son çare burası kalmıştı. Vereceği haberlerin sevimsizliği yüreğini kasavete boğmuş, yüzünü kırmızının bin tonuna boyamıştı. Yine bir kayıp haberiyle çalkalanıyordu tüm dünya. Zira bu sabah da güne kaybolan kürdan ve kürdan fabrikalarıyla uyanmışlardı. Üçüncü kez vuruşunun ardından cevap gelmeyince derin bir nefes aldı, kendisine verilen yetkiye dayanarak cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı ve eşikten içeri adım attı özel kalem. Ama Başkan orada da yoktu. Zaten o günden sonra Başkan’ı hiç gören olmadı.



Dışarıdan etkilerle değil de olması gerektiği gibi olmakla huzur bulabilir bence ancak büyük insanlık. Teşekkür ederim :))
Çok keyifle okudum, kalemine kuvvet, emeğine sağlık. İlginç, hayal bu ya gerçekten bir anda kaybolsa tüm silah ve savaş araçları, nasıl olur acaba gerçekten, huzur bulur mu büyük insanlık?