“Toplum için yazmak bana hiçbir şey ifade etmiyor, benim istediğim kaçıklar için yazmak.”
Henry Miller’ın, yazıyla ilgili çelişen iki görüşü var: ilki; “Yazmak eyleminin bana sağlayacağı tek yararın, beni öbür insanlardan ayıran şeyleri ortadan kaldırmak olduğu sonucuna vardım. Yabancı bir nesne, yaşamın akıntısından ayrı; onun dışında kalan bir nesne olmak istemiyordum kesinlikle”; diğeri ise, “Toplum için yazmak bana hiçbir şey ifade etmiyor, benim istediğim kaçıklar için yazmak.” Henry Miller, salt kaçıklar için yazmak isterken, aynı zamanda kendisinin toplumdan ayrıldığı noktaları da ortadan kaldırmayı istemesi ona, toplumun kaçık olduğunu mu düşündürüyordu? Muamma!
“Herkesin içinde, iki güç arasında az çok bir kavga sürer gider. Kendi başına kalma özlemiyle bir yerlere gitme isteği. İçedönüklük, yani kendi içine, kendi içindeki güçlü düşünce ile düşlem yaşamına yönelmiş ilgi ve dışadönüklük, dışa, insanlarla elle tutulabilir değerlerin dış dünyasına yönelmiş ilgi.” Nabokov, Edebiyat Dersleri’nde, insana ait içsel ve dışa dönük ilginin hep kavga halinde olduğunu ve bu kavganın yazılı metinlerin oluşumundaki esrara dikkat çeker.
Yazmasa deli olacaktı Sait Faik. Oysa sözü vardı kendine, hırslarından arınacak, namuslu insanların arasında doğaya uyumlu biri olarak yaşayacaktı. Öylece ölümü bekleyecekti. Yapamadı. Bir bağımlı gibi yazma krizi tuttu. Koşarak tütüncüye gitti ve bir kalem aldı. Canı sıkıldığında küçük değnekleri yontmak için yanında taşıdığı çakıyla kaleminin ucunu açtı. Çakı bir anahtardır. Anahtarsa tek bir şeyi açmaktadır: Kalemini. Bu anahtarı canı sıkılmasın diye başka nesneler üzerinde denediğinde hiçbir kapıyı açamayacağını öğrenmiştir. Sait Faik’in vücuduna ait ve en çok kullandığı bir uzuvdur kalemi. İçindeki kelimeleri ve cümleleri kağıda aktaramazsa şiddetli nöbet geçireceğini bilmektedir.
Bilgisayar klavyesi ile yazmaya başladığımdan bu yana kalem eski bir dost olarak kaldı. Sağ elimin baş ve işaret parmağı ile yazmayı denedikçe, elimden koluma uzan ağrılar rahatsız ediyor artık. Kalem kılıçtan keskindi bir zamanlar ve şimdi o kılıcı kullanmayı unuttu sağ elimin işaret ve serçe parmağı. Yine de Sait Faik gibi yazmadığımda delireceğimi hissediyorum ben de. Bilgisayarın başına oturduğumda yazacak bir şeyim yok, diyorum. Neye yarar yazı, diyorum. Canım sıkılmasın diye müzik dinliyorum, porno seyrediyorum, diğer normal insanlarla iletişim kuruyorum. Olmuyor! Müzik, porno ve iletişim yazmam gereken metnin dışında tutamıyor beni. Bir nota, ya da porno filmdeki kızın ağzında görünen çürük diş yazmam gerekeni hatırlatıyor.
Sözcüklerin sihirli bir nehirden kağıt üzerine akması kesilir bazen. Kalem, son noktalama işaretinden sonraki eylemini anımsamaz olur. Ağrıyan bir dişini kendi çekmek zorundaymış gibi hisseder yazar. Aslında dişi çekmek bu durumda daha kolaydır. Yazının yarım kalması, cenazenin ortada kalmasıdır. Ters giden nedir? Bu durumda yazar ne yapsın? Yanlış giden ne varsa, yarım bıraktığı cümleye bu yanlışlığı ekleyerek yeni bir anlamın ardına düşmez mi?
His bitiyor sonunda ve geriye hep unutmak istediğin anımsamalar kalıyor. Kırıntılar. Bugün dostlarıma okutamayacağım, kendime yazdığım bir metni nereye saklayabilirim ki? Yazdıklarımı ya yakacağım, ya da çöpe atacağım. Metinlerimde, parça parça sislenmiş birkaç yüz, kül, toz, vücutlar ve yarım sözler var. Yarım ve tozlu sevişmeler var. İçsel ve dışsal olana bir ilgim kalmadı. Kavgalar yordu. Hisler bitiyor evet. Okurun talebine karşılık verecek bir eseri neden ortaya koymaya çalışayım ki? Standartlarına uymayan bir metin okurunu korkutacak ve savunmaya geçirerek, yazarını tükürük yağmuruna tutmayacak mıdır?
Yönetmen Onur Ünlü, “OT”ta, “Orta sınıfın” hakikat ile ilgili bir sancı çekme derdinin olmadığını, bundan dolayıdır ki, kendi problemli durumuna asla yabancılaşamadığından aynı şeylerin etrafında dönüp durduğunu yazmıştı. Orta sınıf, veya ortalama okur ya da sanat izleyicisi seyrettiklerinde, okuduklarında, kendi kişiliğine, kültür seviyesine, algısına uygun şeyler yapmasını sanatçıdan talep eder. Okuduğunda ya da seyrettiğinde şunu düşünür: “Gördün mü bak! Benim dediğim gibi!” Bulunduğu talebin ardında aslında onaylanma ve onaylama arzusu yatar. Onaylanmadığı zaman panik içerisinde kalır. Onaylamadığı zaman reddeder.
Onur Ünlü, ortalama sinema seyircisinin ülkemizde neden dünya standartlarında film yapılmadığını merak ettiğini yazar: “Ben dünya çapında bir grafiker miyim, dünya çapında bir avukat mıyım, dünya standartlarında bir gazeteci miyim, dünya standartlarında bir öğrenci miyim?..” ve seyircinin kendisine bunu sormadan yaptığı filmi eleştirmesinin bir anlamı olmadığını söyler. Çünkü seyirci soruya cevap vermek isterse şunu diyecektir: “Durum böyle, ne yapayım…imkanlar belli…” Onur Ünlü, seyircinin verdiği cevabın sanatçılar için de geçerli olduğunu, ama sanatseverin bunu anlayamadığını söyler.
Yazdığım bir metinde çoğu zaman ana konuyu belirleyen çerçevenin dışına çıkıyorum. Şizofren bir anlatının karakteri birden huzuru bulabiliyor ya da daha sonraki paragraflarda seks manyağı birine dönüşebiliyor. Geleceği ve geçmişi harmanlayıp yeni bir zaman algısı yaratmak olabilir mi tüm çaba? Evet. Kesinlikle! Geçmişte seviştiğim kadınlar, gelecekte sevişmeyi düşündüğüm kadınlar ve bugünkü yalnızlığım. Eco’yu, Borges’ı, Bradbury’yi, Le Guin’i ya da Tolkien’i iki paragraf arasında okuyup bitirdiğim oluyor sıklıkla. Onlardan bir iki cümle araklama çabası içerisinde değilim kesinlikle, daha çok onların dostluğunu hissetmek istiyorum. “Ne duruyorsun be adam, yazmaya devam etsene,” sözlerini beynimin kıvrımlarında hissedene kadar okumayı seviyorum. Hepsi çok sıkı yazarlar, kendimi onlarla kıyaslamam mümkün değil, sadece yazının evreninde onların gördüğü büyüyü merak ediyorum, hepsi bu.
Edebi anlamlar yüklemeden diyebilirim ki, esrar, yazarın yarım kalan cümlelerinde saklıdır. Yarım kalan tüm cümleleri ise, korkuya bulanan şehvet saatleri tamamlayabilir belki. Depresyon sarmalında kaygıları büyüterek, sarsıntıların öncülerine katlanarak en büyük yıkımı beklemek, vehimlerin içinde olmaması gereken potansiyel melankolinin içine hapsolmak. Gün ortasında ışıktan kaçmak için perdeleri sıkıca kapatarak, odanın karanlığında yalnızlığı anlatan filmlerin, figüran oyuncularının eksik yazgılarına üzülmek, belki birine geç kalma telaşı ile çalar saati kurmak, içki masalarında neşeli bir şeyler anlatabilme umuduyla zil zurna sarhoş olup, içine kapanmak, her var olanı fazla görerek kendini azaltmak, demek istediğim tamamlanmayacak her halimle günleri eksiltmek. Apaçık gördüğünden uzakta, göremediğinin ortasında yaşama körlüğünü yani insanın alametifarikası olan görkemli yıkımı tarif etmeye çalışıyorum metinlerimde.
Henry Miller’ın, aslında kaçıklar için yazdığını söyleyebilirim. Onu, öbür insanlardan ayıran şeyleri neden ortadan kaldırsın ki? Savruk, örgütsüz, bilinçsiz, köleleştiğimin farkında olmadan tüketim bağımlısı birine dönüşmem an meselesiydi. Ve dönüştüm. Ama bu dönüşüm okurumun benden talep ettiği onaylanma arzusunu yansıtmıyordu. Biçimlere yeni anlamlar yükleyerek, okurun istemediği bir yere varmak istiyordum. Benimle gelebilecek cesareti gösteren ne kadar da azdı. Yazının, dejenere olma durumunun önündeki en büyük engel olduğu söylenir, ben buna inanındım. Boşluk duygusuyla boğuşan ve benimle gelebilme cesaretini gösterebilecek okurun tesellisi olacak metinler kaleme almalıydım, varlık sebeplerini yarım cümlelerimi tamamlayarak bulmalıydılar. Okur algılarının karanlık labirentlerinde hiçbir yazı boğulmasın diye kendim için yazmaya devem edecektim. Yazı son kalemdir benim. Yazarak tükenecektim.
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI