Ruh ve maddeyi bir birinden kesin ayıran, çiğ zihin dönemi artık hükmünü fazla geçiremediğine göre, birçok klasik zihin kavramlarımız biraz karışmış durumda. Her şeyin enerjiden ibaret olduğunu bilim adamları ilk defa vurguladıktan sonra, bakış açılarımız biraz daha genişlemiş olabilir. Yine de, zihnimizde yarattığımız dünya, kendi gerçekliğini bize pekâlâ yaşatmaya devam etmekte. Ben bunu, (Shakespeare’in deyiminden kullanarak ), yaşamın tiyatro sahnesine çıktığımız ve orada rollerimize kendimizi ‘kaptırmamıza’, ve şimdi, aslında işlerin başka türlü başladığını anımsamaya başlamamamız gibi örnekle anlatıyorum kendime. Bu boyutta (Sahnede) işlevsel olmamız için beş duyu ve beş beyin lobiyle iş görüyoruz. “ve bir başka sezi ya da yeteneğimizle” sahneden önceki ve sonraki olabilecek hadisatları (olay) kavrayabilmek için çabalıyoruz. Gittikçe daha çok insan ‘sahne dışı’yla (öteki boyutlarla) bağlantı kurabiliyor. Bu bize, lazım mıdır? Lazım ise hangi alanlarda ve nasıl, diye soru konulabilir. Aslında yanlış bir soru. Çünkü kültürümüzde, yaşamımızda, inançlarımızda, psikolojimizde çoktan ‘Öbür boyutlar’ kavramıyla ilgili bir temel kurulmuştur. O temeli doğru tanıyor-biliyor muyuz? O temel, yer yer saptırılmış durumda mıdır? Evet, bunlar da bir başka konu.
Yine modern fiziğe dönerek, her şey enerjidir ve her şey bir birine bağlıdır, o enerji sonsuz var olandır (şekil değiştirir ama yok olmaz), diyorsak, varoluş dokusundaki ‘tablo’, ‘tuval’ ve ‘çerçevenin’, anlam, bilgi, yaşam, zihnin şekilciliği kavramlarıyla, zamanın daha geniş dilimlerini talep eden bir sanatsal oyun ya da yaratıma benzeyişini kavramaya başlarız. Fakat, bilinçli bir enerji olgusunu göz önünde tutmamız gerekecek. Çünkü, tabloyu tasarlayan ve çizen Ressam da o dur, tuval ve çerçevenin, boyaların bile o olduğu gibi durum var. Tabi ki, bilinç hiyerarşisi söz konusu olacaktır şimdi. evrimleşen ya da ne kadar evrimleşebileceğini deneyen-deneyimleyen bilinçli enerji!
Hinduizmde Krishna’nın çocukluk hali kavramı mevcuttur, onun Oyun sevdiği ve hatta yaramaz olduğu hali anlatılır. İnsan çocuğu da oyunlarla öğrenir, oyunları ciddiye alırken, yaratıcılık, sorumluluk gibi özelliğini ve başka yeteneklerini de geliştirir. Modern RA Öğretisinde, yüksek boyutların kurallarını bizim kavramlarla anlatmaya çalışırken, tüm olayı, Yaratıcının kendi yaratıcılığını deneyimlemesi (kendi kendini yeniden ve türlü koşullarda denemesi-çeşitli kişilikler, kimlikler, varlıklar oluşturması) için oluşturulan olgu kavramına getiriyor RA kaynağı. Nerede yaratıcılık varsa, bu sanattır. Yaşam nedir ya da ne olması lazım sorusuna, hep, ‘yaşamla sanat yapmaktır’ (madem yaratıcının parçasıyız, o zaman yaratarak yaşamak lazım, değil mi?) demek geliyor benim içimden. Hatta kimilerimiz bazen dejavular yaşadığımız gibi, bende de, sanki önceden izlediğim ya da senaryosunu bildiğim filmin içindeymişim gibi, ya da, çok boyutlu resim yaratımındaymışım gibi durumlar yaşarım…
Eflatun’un deyimiyle ifade etmek istediğimiz ‘ideaları’, (sadeleştirirsek, düşünce, gaye, fikirler) soyut halden çıkarıp, somutta gerçekleştirmekse eğer Yaşam; en yararlı, işlevsel düşünce ‘dalları’ nı gelişime bırakıp, maddi varoluşun da sınavından geçecek kadar güçlü olamayan, evrimsel yarışmada kalıcı başarıları elde edemeyen ‘dalları’ nı ise budamak, olmuş‘ların hasatıını yapmak için oluşturulan bir olgudur demek ki hayat. Fakat, bunun için sadece şuurlu enerji olmak yetmiyor, yaşam gücünü de işin içine katmak lazım- nefs, nefes, hani şu Tasavvufta, anlatılan “kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir” çünkü o güç. Işığın değişken yaşamına sahip olması için duygusal bir nedenin, kalpten doğan bir nedenin biçimsel bir nedene dönüşmesi gerekir. İhtiyaçlar ve ya baskılar, olayları doğurur… Maddeye dayalı dünya ve imgeye dayalı dünya arasında sürekli bağlantı, gel git yaşanması zorunluluğu vardır: sonsuzluk simgesini hatırlayın, aynı çizginin içindeki devinim ve şartlı kabul ettiğimiz ‘ikilik’, ‘ayrılma’ – sağ ve sol gibi.
Aynı düzlemde devam edersek, sanatsal imgeler de birer enerjetik varlıklardır ve maddeleşmeye – görünür, duyulur olmaya özenirler. Aracı ise, İnsandır. Bütün bir imgelem öğretisi ancak biçimler doğru maddelerine bağlanarak incelendiğinde tasarlanabilir. Çeşitli maddesel imgelemleri, ateşe, havaya, suya ya da toprağa bağlanıyor olmalarına göre sınıflandıran bir sınırlı dört unsur yasası’nın getirilebileceğine insaniyet çoktan inanıyor. Doğanın yaşamsallığı, imgelerin tözsel olarak, şekillerden uzaklaşarak, gelip geçici biçimlerden, sahte imgelerden, yüzeylerin ve sınırların geleceğinden koparak düşlenir. Bunların bir önemi, ağırlığı vardır, çünkü bir Kalptir bunlar, yürekten yüreğe çoğalır, his edilir, yaşanır.
Ve yine Usta-Ressam (Musavvir Esmasını da hatırlatayım) benzetmesine döneceğim: tablosunun gayesi, duygusu, hayali vardır içinde, onları görünür kılmak için tabloya dökmesi lazım. Sadece en ve boydan ibaret yüzeyde, 4 boyutlu gerçekliğin (zaman dahil) illüzyonuna ihtiyacı vardır. Zamanın resmi ise çizilemiyor! Resimde yakalanmış tek An’lar var. Ama görsel sanatta, devinim ve zaman duygusunu da duyumsatabilen ustalar vardır. Bunu, izleyicinin yanılsamaya yatkınlığıyla işbirliği yaparak elde eder.
Ruh olan, Işık olan Usta ezelden ebede tekdir, mükemmeldir, fakat o sürekli kendini deneyimlemektedir, yeni malzemeler, daha etkili tarzlar, daha farklı anlamlar-anlatımlar aramaktadır. İnsanlarda, ister genlerinden, ister geçmiş hayat deneyimlerinden, ister kolektif bilinç hafızasından deyin, bazı ‘edinilmiş’ bilgi ve yeteneklerini hatırlama gibi özellik vardır. Uygarlık ve topluluklar geliştikçe, gelişimin, ortak düşüncelerin bireylere de yansımasının hızlanması ve büyümesi, hepimizin içimizde var olan Ruhun çeşitli yaratım işlerinde hepimizle çalışmasından dolayı diye düşünüyorum. Ve bu Ruhun İnsanoğluyla yarattığı sembioz varlık güçlenmekte. O, Yaratıcılığını her yönden çok titiz kayda geçirirken, daha da titiz analizler yapmaktadır. Analitik bilincin olduğu yerde bilim de vardır, bilinç, ya da İlim değil, Bilimdir bu – ispat, delil, deneme isteyen süreç… Kanımca, üstat R.Stainer’in, ‘GÜN IŞIĞI AKLI’ dediği şey, erkek titreşimle eşleştirilen alan bu.
Peki, Usta (Göksel Büyük Ruh) tekse, neden sayısız denemeler yapsın, aynı sonuca gelinmez mi dersiniz? Aynı suda iki defa yıkanılmaz işte. Tözsel olan, kum tanesi ya da su damlası olana kadar ne kadar zaman ve emek alır, ve onun içindeki kainatı kim anlar? ‘Yeni bir nitelik bitkiye ne kadar çok çalışmaya mal oluyorsa, bir imge de insanlığa o kadar çalışmaya mal olur’
O’nun Nefesle (bedenle) her sefer yeniden buluşması, yaşamla ortak çalışması demektir. Sayısız defa hem ÇOCUK, hem Mevla olarak, bize gerçekleri işaretlerle duyumsatarak, rüyalarda ve düşlerde imalar vererek, bazen vicdan, bazen AŞK olguları sıfatında, belki de her saniye bilinçaltımızda bizim sezmediğimiz sayısız işlemlerle, aynı TEK’liğe doğru sürekli yürütmesi lazım ki, Kaynağa, Yuvaya gelsinler hepsi. Biz de hemen aynısını kendi çocuklarımızla yaptığımızda, yetişkin hayata hazırladığımızda, bunun çok cılız halini deneyimliyoruz aslında…
Bir de, RÜYA’ ya benzetilir Dünya yaşamı. Rüyalarımızı gözlerimiz kapalı, uykudayken görürüz ya, ondan, olmayan bir şeyin gerçekmiş gibi görünmesi – yanılsama olarak kabul ederiz. Düşlerimizi de gündem yaşamın kaygılarını gören zihin gözlerimizi kapatıp, gönül gözümüzü içimize çevirdiğimizde kurabiliriz. Düş ve düşünce birleştirilse ne olur? Böyle bir sentezden ne doğar?
Düşüncenin felsefi düzeninde ancak temel hayaller dile getirilerek, düş girişleri verilerek inandırıcı olunur. Rüyalarda onları niteleyen maddesel unsur ön plana çıkar.
Düşlerde acı çekiyoruz ve düşlerde iyileşiyoruz. Yaşam, bize, sadece bizim ihtiyacımız olduğunu bilip ya da bilmeden belirlediğimiz katalizörleri, gerçek gibi yaşatan sahnedir.
Yakın günlerde, George Peres adlı bir yazarın garip yazma yöntemi hakkında bilgiler öğrendim: O önüne şöyle bir sınav koyuyor ve kendisini kolayca dile getirilemeyen rüyaları kaleme almak gibi bir deneyimin içine sokuyor. Çünkü dile getirilemeyen her şey kurmaca gibi kalıyordu ona kalırsa. Anlatılanlar sonuçta, daha en baştan dille, dil içinde tasavvur edilmezmi hep? Dil içinde vücut bulmadan, dille dökülebilmiş bir şey var mıdır? Peres, 1968-1972 arasında bir deneye girişir ve farklı bir edebiyat türü yaratmak istercesine rüyalarını kayda geçirir. 124 rüyadan oluşan ‘Karanlık Dükkân’ kitabından sonra, şöyle itiraf eder:
‘Gördüğüm rüyaları kayda geçirdiğimi sanıyordum; kısa süre sonra fark ettim ki, meğer sırf yazmak için rüya görür olmuşum’.
Buna yakın deneyimleri ben de tablo ve yazılarımda kullanmıştım bir zamanlar, iyi ki yapmışım bunu, çünkü o zamanlar (20-25 yaşlarımda), garip görüntüleri ve cümleleri tam anlayamıyordum, aradan zaman geçtikçe, aslında çok uzak gelecekteki daha bilge halimin gençliğime gönderdiği işaret diliymiş gibi geliyor onlar. Muhtemelen, yaşlandıkça daha çok şey anlayacağım onlarla ilgili. Hatta, zaman zaman, daha da uzak gelecekten gelen bir Şuurun aktardığı bilgiler de varlığını his ederim. Eğer, tuvale, kâğıda aktarmasaydım, belki de unuturdum onları. Gerçi unutamayacağım kadar etkili oldukları yüzünden kayıt etmek zorundaydım, bende kapalı kalsalar, içimde çok baskı oluşurdu…
Ama konumuz bu da değildi, konu, yaşamın çok boyutlu bir sanat eseri olduğu, ve hepimizin onun yaratan birer yaratıcılar olduğumuz hakkındaydı.
Evet, bir şeyler yaratırken, hepimiz rüyalarımızı bir şekilde kayıta geçirmeyi istiyoruzdur belki de. Kayıta geçen her şey, geleceği de kotlar.
Ve O da, kendi yaratımlarında tarafsız hem de dürüst olduğuna şahit olarak İnsanlığı seçmiştir. Mukadderatın hak olduğu durumda, bizim özgürlüğümüz, kararlarımız vs, ne kadar önemli ki? Oynayan da, İzleyici de, Oyun da Kendisidir nasılsa…
Ya da, her sefer, yeni dünya yarattığında, tasarladığı bir filmin senaryosunu sadece birkaç esas kurallara (defterimizdeki düz çizgiler gibi) göre başlatır ve kuralların getirisi olarak öngördüğü Sonun yine ve yine Sonsuzluğa ulaşmasını izliyordur. Doğaçlaması ise bize, İnsanlara kalıyor. Bunu yapamadığımızda, bunalıp kalıyoruz varoluşun aks ettiği büyülü ayna içinde:
“…aynanın içinde boğulmuş çok insan vardır…” Ramon Gomez De La Serna
KALP olgusuyla, o yaşam defterimize, şiirler de, öyküler de, harflere saklı anlamların kendi içine doğru sonsuz yolculuklarını da yazabiliriz… İşte bu yaratıcı doğaçlama, bize aklımızın düz çizgileri ve karelerini, nasıl döndürüp, canlandırıp, hareketlendirebilmeyi keşif etmek, öğrenmek, Usta’laşmak için lazımdır. Duyulmayan sesleri duymak, görünmeyen renkleri görmek, bizim realitemizde fark edilmeyen Gerçek boyutları müzükle, dansla, sanat eserleriyle değil sadece, şefkat, sevgi, merhamet davranışlarını da sergileyerek Kalple yapılır bunlar çünkü… Kini, öfkeyi yenmek bile yaratıcılığı talep ediyor aslında: bu günlerde, iyilik için tüm nedenleri hatırlamak, yetmese yenilerini yaratmak lazım her an. Çünkü kötülük güçleri de aşırı yaratıcılardır, bin bir nedenle çok kolayca sizi kandırabilirler… Ve bu karşıtlığın çarklarında, Uyanışı yakalamak; ‘Varlık her şeyden önce bir uyanıştır ve olağanüstü bir duyumun bilincinde uyanır’…
Evet, her yeni aşamada, gerçekliğin yeni bir düşüne uyanmak. Hiçlik ancak bu şekilde önlenir. En azında İnsan için.
Yazımın başına kısa dönüş yapacağım şimdi: neymiş bu çok boyutlu yaratıcılık? Yaşamdır bu, yaşamın ta kendisi, hem de var olan ne varsa, tümünün sürekli yaratıcılık içinde desteklediği bir devinimdir aynı anda. Yaşam olmazsa, boyutluluk ta olmaz. Nefesten geçmesi, onunla bağlantılı olması lazım tüm boyutların. Tüm boyutlardaki ‘görünür-görünmez’, ‘bildiğimiz-bilmediğimiz’, ama mutlaka var olan parçalarımızla, çok boyutlu bir Yaratıcıyız aslında biz. Hep beraber yaratıyoruz bir sonki An’ımızı. Bunun farkındalığı ve sorumluluğunu anlamanın tam zamanı şimdi.