İçten gelen bir dürtüyle, evin arka bahçesine yürüdüm. Demirden yapılmış çiçek arabası, arkasındaki zeytin ağacına iple bağlıydı. Öyle şiddetli rüzgarlar oluyordu ki turizmin henüz hırpalamadığı bu köyde; koca demir yığınını, yıkılmasın diye sıkıca bağlamıştım.
Dikkatim farklılaşmıştı. Her zaman olduğundan daha başka bir gerçekliğe kaymıştı. Bunu biliyorum çünkü içini otlar bürümüş, örümceklerin özgürce ağ kurduğu ortamda, akrep ve çıyanların en nemli ve kuytu köşelerde yuvalanmış olmalarından hiç etkilenmeden, devinmekteydim.
O bilinmezlikteki esrik enerjiyle çiçek arabasının içindeki karton kutuları karıştırmaya başladım.
Bir anda ağaç dalından oyulmuş yılan heykeliyle göz göze geldim ve “bunun burada olmaması gerek” diye akarcasına geçti içimden hissediş. Hemen çıkarttım sıkıştığı yerden yılanı. Güzelce temizledim, okşayarak hatta. Büyülü bir geçiş yaşarcasına. Benden başka bir ben ile konuşuyordu yılan içimde. Getirip evin girişine astım.
En az bir acil hemşiresi kadar kan ve ölümü kanıksamış olduğum bir dönemden geçiyordum. Artık zaman ilaç değil zehir tadındaydı sanki.
Ruhumun kullanmasına izin verdiği bedenim, harekete geçmek için işaretler bekliyordu. Zihinsel olmayan, algıda seçicilik barındırmayacak kadar sosyal medyadan da sosyal meydanlardan da uzak. Bu kalabalıklar içine giren zihinlerimiz bir tür kültür ve tarih asimilasyonuyla yoğrulup, zamansal olaylarla pişirilmiş çorbaya benziyor. Tadı tuzu olmayan bir Zihin Çorbası.
Ya geçmiş değil, gelecek geçmişi yaratıyorsa?
Ürpermiştim. Ama korkudan değil, görmekten ve bilmekten…
Yılanla bakışmayı sürdürerek; pencere kenarındaki Oblomov koltuğuma oturdum. Gündüz düşleri için uygun görünüyordu her şey. Ancak bu durum tam bir tembellik de çağrıştırmıyordu. Belki de tam tersi. Düşsel bir çalışkanlık içindeydim.
Hiçbir zaman sıra dışı, özel, farklı olmak gibi bir çabam olmadı. Ama aynı zamanda hiçbir zaman kendimi bu dünyaya ait de hissedemedim. Sürgüne yollanmış bir özgürlük kahramanı kadar sıradan ve dehşet dolu bir hayatın içinde ve yadırganmayacak kadar görünmeyen, görkemli bir devingenlikle.
Yılan konuşuyordu içinde ben olmayan benle:
“Olduğun halinle ve tam şu anda varlığına, varoluşuna ve varoluşa güven. Kendi kendisinin ustası olan biri varsa hayatında onu sev ve yol gösteren ışığını gör. Kendin ve bir başkası hakkında her zaman eşit ol ve yüreğinle hareket et, risk ne olursa olsun. Her şeyi kaybetsen de yalnızca basit bir yürek; tinle, niyetle bütünlük içinde var olur. En sıradan gördüğün senin gerçekliğin içinde sıra dışıdır. Tüm eylem ve olanları bu gözle gör ve zihnini susturup, içinin fısıltısını duy. Zamanın zehrinin akıp gitmesine izin ver. İnsan-ı mahlukatın benliğini görüp görmemezlikten gelebilmek bir aşama. Ancak duruşunla, onların kendi benliklerini görmelerine izin vermek savaşçının yoludur.”
Uçakta saatlerce sürdü düşsel çalışkanlığım. Ağaç dalından oluşmuş yılanın gerçeğini Peru’da Machu Piccu tırmanış yollarında görüntüledim kameraya. Mercan Yılanı. Son derece zehirliymiş. Zehir uzmanı arkadaşım; “bu ısırırsa, hastaneye gitmene gerek yok, son duanı oku bekle” demişti. Fotoğrafçılar aylarca beklerlermiş bu güzelliği fotoğraflamak için. Benim yoluma çıktı ve fotoğrafı çektikten hemen sonra görünmez oldu. Yılanlardan ötürü şanslıyım, şükranlarımla.
İnka savaşçıları önümde eğilerek selam verip “hoş geldin” diyorlardı Ayahuasca’nın rengarenk düşsel gerçekliğinde.
Ve ben erk tuzağına düşmemem gerektiğini çoktan beridir biliyorum.
Çünkü; görkem gönülden, dehşet zihinden gelir. İnsanların dünyasında, aşırı yozlaşma ve algısal çuvallamalardan, öğretiler de paylarına düşeni aldılar. Hayatın somurtkan yüzünü çağımıza damgalamasından mıdır nedir, nedendir bu sonsuz hüzün?
Yılan yine fısıltısını duyuruyor: “Özgürlük ve bireysellik içsel bir varoluş gerçekliğidir. ”Ne muhteşem bir döngü! Kimliksizlik yolculuğunda ürpertili günler geçiyor. Akışta, işaretleri içsel sessizlikten gelen fısıltıyla izliyorum. Önemli gibi gözüken, önemsiz kararlar alıyorum. Arınma kolay değil ve çılgınca bir erk gerektiriyor. Görmek bilmeyi getiriyor. İnançtan öte ve aşkın bir durum bu.
Farkındayım; “Kuantum Dolanıklık” içinde aktığım zaman yanılgıya düşmüyorum. Bilinmeyenin gizemli ve heyecan uyandıran enerjisinin soyutluğu karşısında, bilinemeyenin yarattığı şüphe, endişe, korku enerjilerinin somut sıradan insan halleri var. Ne olursa olsun; sonuç yerine sonsuzluk koyduğunuzda bilişsel bir farkındalık, bilinçte aydınlanma yaşıyorsunuz.
Ancak, yaşamınızı kısır bir döngünün içine hapsederseniz hiçbir zaman gerçekten özgürlüğün sonsuzluğa açılan kapısı olan huzuru hissedemiyorsunuz. Niyetten kopan Feminist bozulmanın amaçtan sapmış temsilcileri, kuyularını halka açtığından beri dişi enerji büyük bir erk kaybı içinde debeleniyor. Sıradan erilin ekmeğine yağ sürüldü. Cadı tayfası bunun çoktan istencine varmış durumda.
Farkındalık yolculuğuna bavulsuz çıktığımdan bu yana, yılların içimde açtığı derin yaralar artık acımıyor.
Ama bu son acı, bildiğim hiçbir acı tarifine benzemiyor. İçine başkalarının acıları sızıntı yapmış. Işıltılı kozamın deliklerini güneşte kuruttuğum kanımla yamamaya devam ediyorum. Zamanın zehri damarlarımı kaplıyor. Gönül yolu bu. Benliğimle beslenen bir tırtıl, kozasını, sıradan ve yabancı yazılımlara parmaklattı ve kelebek olmanın hayalini kurarken kendi kozası içinde sıradan bir ölümü bekliyor. Zamanın zehir olduğunu bilmiyor, dönüştüremiyor. En çalışkan düşümde hala elimi uzatıyorum. “Sen ölümün ağırlaştırıcısısın” diye haykırıyorum. Okaliptüs ağacındaki kargalar çığlık çığlığa herkesin duymadığı bir şarkıyı söylüyorlar.
Ve onu bir şiirin içine koyuyorum:
Bir kuştum,
Kırık bir Dal’a kondum.
Dal Düş’tü.
Ben uçtum.
Yazmayı sürdürmelisin arkadaşım.