İnsanlık tarihi, arayışlarla dolu bir hikâyedir. İlk çağlarda mağara duvarlarına kazınan şekillerle başlayan bu serüven, bugünün dijital çağında bile hız kesmeden devam ediyor. İnsan, neyi aradığını tam olarak bilmeden arıyor; kimi zaman tanrıları, kimi zaman anlamı, kimi zaman da sadece huzuru. Bu arayışın sonu var mı? Binlerce yılın birikimi ve deneyimi bize gösteriyor ki, aradığını bulan insan yok. Çünkü “bulmak” dediğimiz şey, sandığımız kadar somut ve nihai bir son değil. Aradığımız, belki de asla bulamayacağımız bir yanılsama.
Bu düşüncenin kökleri, tarih boyunca sayısız medeniyetin mitlerinde, inançlarında ve efsanelerinde kendini gösterir. Sümerlerin tanrıları, Antik Yunan’ın Olimpos efsaneleri, Hint Vedaları veya Kızılderili şamanlarının doğaya duyduğu derin bağlılık… Her biri, insanoğlunun farklı bir kapıyı çalma girişiminden ibaret. Hepsi, birer cevap bulma çabasını temsil eder; ama bu cevapların hiçbiri insanı nihai bir tatmine ulaştırmamıştır.
Sigmund Freud, insanın bu bitmek bilmeyen arayışını bilinçdışı çatışmalarına dayandırır. Ona göre insan, arzular ve toplumsal yasaklar arasında sıkışmıştır. Freud’un “Bilinçdışı, geçmişin izlerini taşır ve bizi biz farkında olmadan yönlendirir” sözü, insanın geçmiş travmaları ve bastırılmış arzularının gölgesinde yaşadığını ve bu nedenle aradığı huzuru bulmasının imkânsız olduğunu gösterir. Ayahuasca gibi bilinç genişletici deneyimler, bilinçdışı çatışmaları yüzeye çıkarsa da bu yalnızca geçici bir farkındalık yaratır; nihayetinde kişi yine kendi gerçekliğine, yani travmalarına ve sınırlamalarına geri döner.
Carl Gustav Jung ise bu arayışı, insanın kolektif bilinçdışına bağlar. Ona göre, insan yalnızca bireysel olarak değil, aynı zamanda kolektif bir bilinçle de bağlantılıdır. Jung’un arketipler teorisi, insanlığın tekrar eden mitlere ve hikâyelere neden bu kadar bağlı olduğunu açıklar. İnsan, kahraman, kurtarıcı veya bilge gibi arketiplerle hareket eder; ancak bu arketipler, aynı zamanda bireyin gerçek potansiyelini keşfetmesini engelleyebilir. Jung, “Gerçek benliğe ulaşma yolculuğu ömür boyu süren bir süreçtir. Tamlık, bulunacak bir şey değil, sürekli bir oluş halidir” diyerek insanın asla bir sonuca ulaşamayacağını vurgular.
Antik Yunan felsefesinde Sokrates’in öğretileri, insanın kendi bilgisizliğini kabul etmesi gerektiğini vurgular. Sokrates’in ünlü “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, insanın arayışındaki temel çelişkiyi gözler önüne serer. İnsan, bildiklerini kesin gerçeklik olarak kabul ettiğinde, öğrenme ve arayış yetisini kaybeder. Sokrates’e göre, anlam arayışının kendisi bir erdemdir; ancak bu arayış, insanı mutlak bilgiye ulaştırmaz. Bu anlayış, insanlığın tarih boyunca yarattığı dinler ve ideolojiler için de geçerlidir. İnsan, bulduğunu sandığında, arayışını durdurur; ancak bu noktada gelişimi de sona erer.
Jean Baudrillard, modern dünyanın insan arayışına yeni bir boyut kazandırır. Baudrillard, insanın artık gerçeklik değil, simülasyonlarla yaşadığını savunur. Ona göre, “Gerçeklik öldü, yerini hiper-gerçeklik aldı.” Modern insan, anlam arayışını kaybetmiş; bunun yerine, medyanın ve tüketim toplumunun yarattığı sahte gerçekliklere tutunmuştur. Sosyal medyada gördüğümüz ideal hayatlar, ayahuasca gibi bilinç genişletici deneyimlerin vadettiği “boyutlar” kadar yanıltıcıdır. İnsanın modern dünyada yaşadığı bu yanılsamalar, gerçek anlamda bir tatmin sunmaz; yalnızca geçici bir kaçış sağlar. Ancak bu kaçış, insanı nihai bir boşluğa sürükler.
Émile Durkheim, bu durumu sosyolojik bir perspektiften ele alır. Dinlerin ve ideolojilerin, toplumun kolektif bilincini şekillendirdiğini vurgular. Durkheim, “Toplum, bireyin inanç ve davranışlarını yönlendiren bir üst güçtür” der. Ancak bu yönlendirme, bireyin kendi öz arayışını kısıtlar. İnsan, dinlerin ve ideolojilerin sunduğu anlam dünyalarına sıkıca tutunarak kendi gerçekliğinden uzaklaşır. Bu durum, bireyin kendini bulma yolculuğunu baltalar ve onu binlerce yıl öncesine ait düşüncelerin tutsağı yapar.
Max Horkheimer ise bu tabloya eleştirel teori perspektifinden yaklaşır. Horkheimer’a göre modern toplum, bireyi kapitalist sistemin araçsallaştırıcı aklına teslim eder. İnsan, “özgürlük” adı altında tüketim toplumunun dayattığı sahte ihtiyaçlara yönlendirilir. Horkheimer, “İnsan, kendi kaderinin efendisi olduğunu sanır; ancak bu yalnızca bir yanılsamadır” der. Bu bağlamda, insanın anlam arayışı, sistemin onun önüne koyduğu seçeneklerle sınırlandırılmıştır. İster din ister ideoloji, isterse modern tüketim kültürü olsun, insan her zaman başkalarının inşa ettiği bir gerçekliğe tutunur.
Tarih boyunca dinler, ideolojiler ve öğretiler, insanları belirli bir düşünce ve inanç sistemi etrafında birleştirmiştir. Ancak bu sistemlerin hiçbiri insanın nihai anlam arayışına cevap olamamıştır. Örneğin, Orta Çağ’da kilisenin dayattığı dogmalar, insanın bireysel özgürlüğünü ve bilimsel ilerlemesini engellemiştir. Benzer şekilde, modern çağın ideolojileri de bireyin kendi potansiyelini keşfetmesini kısıtlayan yapılar yaratmıştır. İnsan, geçmişte olduğu gibi bugün de, başkalarının ona sunduğu gerçekliklere tutunarak kendi öz arayışından uzaklaşmıştır.
Sonuç olarak, insanlık, binlerce yıldır kendine dayatılan gerçekliklere sıkı sıkıya tutunarak, aslında kendi öz arayışını gölgede bırakmıştır. Freud’un bilinçdışı çatışmaları, Jung’un arketipleri, Sokrates’in bilgisizliği kabul etme erdemi, Baudrillard’ın hiper-gerçeklik eleştirisi, Durkheim’ın kolektif bilinç analizi ve Horkheimer’ın araçsallaştırıcı akıl eleştirisi, bu arayışın neden sona ermeyeceğini anlamamıza yardımcı olur. Ayahuasca’nın açtığı iddia edilen kapılar veya modern teknolojilerin sunduğu sanal gerçeklikler bile bu sınırları aşmayı başaramamıştır. İnsan, aradığı şeyi bulamayacaktır. Çünkü bulmak, bir sonu ifade eder; ama insanın doğası, sonsuz bir yolculuğa programlanmıştır. Bu yolculuk, belki de insan olmanın en temel tanımıdır: Asla bitmeyen bir arayış.
Sevgili Elif yorumun için teşekkür ederim, gerçekten çok etkileyici ve düşündürücü bir bakış açısı sunmuşsun. Bilgiye bu denli kolay erişimin olduğu bir çağda, insanlığın karanlık bir dönemden geçmesi ironik olduğu kadar, arayışın doğasını sorgulamamıza da yol açıyor.
Soruların çok yerinde: ‘Bilmek, olmaya yetiyor mu?’ ya da ‘Bulsak fark edebilir miyiz?’ İşte tam da burada, insanın en büyük yanılgılarından biriyle karşılaşıyoruz. Bilmek, sadece yüzeyde bir farkındalık getiriyor. Ancak bu bilgi, eyleme ya da derin bir farkındalığa dönüşmediği sürece, tıpkı kullanılmayan bir araç gibi işlevsiz kalıyor. Arayışın özü de burada gizli: Dışarıda bulmaya çalıştığımız şeyler, çoğunlukla içimizde olan eksikliklerin bir yansıması. Bu nedenle ‘dışarıda aramak’ çoğu zaman yetersiz kalıyor.
Ne aradığını bilmeden aramak… Belki de bu, insan olmanın en doğal hali. Çoğumuz, hayatın içinde bir anlam arayışıyla savruluyoruz. Ama belki de bu arayışın cevabı, sorunun içinde saklıdır: Arayışın kendisi! Aramak, bir sonuca ulaşmaktan çok bir süreçtir; tıpkı yaşamak gibi.
Belki de bilmek, bulmak ya da fark etmek bir son değil, bir başlangıçtır. Ve bu başlangıç, bizi kendi içimize, ‘olma’ yolculuğuna çıkarır. Dolayısıyla, sorduğun sorunun kendisi bile, o arayışın bir cevabı olabilir. Belki bir cevabı yoktur, yoksunluğumuz da yoksulluğumuz da bu absürt çaresizlikten kaynaklanıyordur? Kim bilir!!!
Aramak? Neyi aramak? Bilgi mi? Bilgiye bu kadar kolay ulaşabildiğimiz bir dönemde insanlığın bir o kadar karanlık bir dönemden geçmesine ne demeli? Bilmekten olmaya geçemedikten sonra, onca arayıştan sonra elde ettiğimiz bilgi ne işe yarıyor? Aydınlanmaya yetiyor mu bilmek ya da bulmak? Dışarıda aramak ya da hazır bilgiye sahip olmak göreceli olarak kolay. O zaman soruyorum ne aradığını bilmeden nasıl ararsın? Bulsan fark edebilir misin?