Olayları çözmenin ve ilişkilerden en iyi verimi almanın dolayısıyla hayatı mutlu yaşamanın yolu yaşadığın ana tanık olmakmış.
Düzeltmek için değil yaşadıklarından gelişimin için çıkarım yapmak ve bu çıkarımın seni ulaştıracağı insana tanık olmakmış.
Dış gözle gözlemmiş.
İçinden geçip gidebilmek, takılmamayı, orada çapa atıp kalmamayı başarmakmış.
Bir nevi; “Ya çemberin içinde olacaksın ya dışında ” değil.
Yani tam aksi deniliyor ki “Hem çemberin içinde olacaksın hem de çemberin dışında.“ İronik değil mi?
Kulağa da hoş gelmiyor, insanın bir canını sıkıyor, nefesi filan daralıyor. Hele sabit fikirleri, sağlam zeminlere oturttuğunuz doğruları olan bir insansanız. Olmazsa olmaz katılıklarınız varsa, ortanız, giriniz yoksa vay halinize.
“Ben çok yoldan geçtim, esnedim” dersiniz- üzgünüm, işte orada daha çok yolunuzun olduğunu anlarsınız.
Tam da o sırada adeta bir karabasan, sanki iman tahtanıza çöker, onca yolu boşuna gittiğinizi düşünürsünüz, hiç bir yere varamamış gibi kendinizi yolun başında hissetmek, yürüyecek çok yolun olduğu farkındalığı hücre kaybına uğratır benliğinizi, üstelik kendinizde o yolu aşacak dermanı da enerjide göremezsiniz. Darlanır, sığamazsınız bir yerlere.
Ama üzerine sifonu çekip, pencereyi açıp derin bir nefes alıp, bir bardak su içmek zorundasınızdır. Geçmiş olsun.
Yaşamak için içerisinde, yorumlayabilir olup resme dışardan bakmak içinde dışında, dışarıda olmak gerekmiş.
Tüm bunları yapmak içinde ne gerek?
Uyumluluk, akışkan olmak, bir nevi süptil varlık gibi.
Zira katı olan istenildiği zaman şekil değiştiremez, kırılgan ve dağılandır, parçalanandır.
Akışkan olan yumuşak, esnek, alana, duruma, kabına uyumlu olan, tolerasyonu yüksek ve şekle girendir, süptil fazdadır.
Ancak o zaman hayatla baş etmek yerine uyum ile yürümeye başlarsınız. Hayat dediğim kendinizden, ilişkilerinizden, aşkınızdan, başınıza gelen olay ve yaşadığınız her şeyin bir araya geldiği pot borik hal.
İşte tam da orada hayat bize ne yapar?
Zorlandığında seni daha zorlar, kaçarsın.
Konfor alanına, yani güvenli limanlara gidersin.
Korkuların kaygıların, kayıp ve hayal kırıklıkların, travma ve yaraların seni duvarların ardına korumak için saklandığın kabuklu içi yumuşak bir ıstakoza çevirmiştir.
Saklamak istemişsindir kendini, saklanmak.
O saklandığın yer tek kalan güvenli kalendir.
Ve kalene zarar verip yıkma potansiyeli olan her bir tehlikeye tüm radarların dört başı tekmil açıktır. Sınırların Çin Seddi gibi korunaklı ve yaklaşılmaz, korkutucu ihtişamda. Güçlüsündür ve tüm gücünü o kaleyi inşa etmek için seferber etmiş hayatını adamışsındır. Bu güç seni ulaşılmaz ve ihtişamlı kılar ama içinde ki depremlerini sadece sen bilirsin. Kükreyen lavlarını, fırtınanı, kış kıyametini sen bilirsin ve hepsinden tek başına nasıl çıktığını. Surların ardından kimsenin görmediği o zaferlerini sadece sen bilirsin.
Sonra bir gün çok yorulur kaleni izlerken “ben ne için yaptım tüm bunları” dersin, ilk defa görmüş gibi tüm şaşkınlığınla Arşa değen güvenliğin karşısında dehşete düşerek.
Başkalarından korkarken birdenbire asıl kendinden korkarsın, kendini ve sevdiklerini korumak için yapabileceklerinden, ya da kaleni korumaksa mevzu kendini bunun için Nasıl da feda edeceğinden korkarsın.
Bu korku ile baş etmek şimdi ayrı bir kaledir. Ve sorarsın.
“neden tüm bunlar, neden, kimden korudum kendimi, nelerden korudum kendimi ben”
İşte tam orada yeni bir döngü başlar.
Önce kaleni yapmak için bir ömür harcarsın sonra da onu yıkmak için.
Çırılçıplak kalmak ve hiç olmak için.
Çünkü giderken o yolculukta tek ihtiyacın olan hiçlik olacaktı, anlarsın.
Zorlanır, vazgeçer kalenin güvenli bahçelerinde kalmak istersin.
Ama artık geçtir, uyanış başlamıştır.
Sistem seni o kalenin ardında tek kalmana razı olmaz ve çetrefilli bir mücadeleye girer seninle. Aslında o seninle mücadele içindeyken sen kendinle girmişsindir cihatta,
Er meydanında cenk eder gibi direnirsin. Direnç direnci getirir, yorgun bir savaşçı gibi bir kemik yığınına döner hala direnirsin.
Ve orada anlarsın sen ne evrenden daha bilge ne ondan daha güçlüsündür.
Evren sensin. Sen sana yol gösterensin. Dinle kendini ve kendine direnme.
Seni akışkan, seni yumuşak ve uyumlu yapmak içindi tüm bu verdikleri.
Çünkü varlık ancak acı içindeyken yumuşar kendini teslim ederdi. Bilakis aslında sen direnmesen her şey çok kolay akıp gidecekti ama kimyana, aslına, oldurduğun haline, kalene, surlarına tersti.
Öyle katı öyle sertsin ki, doğanda güç ve direnmek var, e bu katılık nasıl olur da usul, usul darbeler ile yumuşak bir hale gelirdi.
Hakikatinde ve Cevherinde ki huzuru asıl o mutluluk membasını çıkarmaktı mevzu.
Ve işte böylece olursun, yavaş yavaş olursun.
Istırabın ile acın ile sevgin ile şefkatin ile kendini bulursun.
Yaşadığın hiçbir şey sana ait değil gibi içinden gelir geçersin, bütünleştirmezsin kendini onunla, içselleştirmezsin, sen o yaşadığın değilsindir.
Sen tek ve onun dışında bir şeysindir. İlişkilerini izlersin, tanık olur ve böylece çok daha kolay anlar, uyumla akışta olursun çünkü katılıktan vazgeçmiş o kalenin sert duvarlarını çok çok zor olsa da yıkmışsındır.
Yeni bir hikâye yazamaya başlarsın.
Hayatın anlamı iyi bir hikâye çıkarmak değil miydi?
Kendi hikâyemizi en iyi şekilde yazmamız için evrenin bize gösterdiği yolda giderek kendimize direnmek yerine, kendimizin en iyi versiyonunu bulmak değil miydi?
Evren bizim içimizde değil miydi?
İçimizdeki ses ve ruh. Onun yolunu keşfetmek, niyet etmek, istemek, teslim olmak ve akışa geçmek böylece dirençten vazgeçmek bu yolu takip ettiğimizde asıl olan versiyona, hakiki öze ulaşıyor ve böylece her düzlemde sanki elimizde bir yaşam prospektüsü, bir pusula varmış gibi huzur ve mutluluk ile yaşıyoruz.
Yani yine aynı yere çıkıyoruz.
Olayları çözmenin ve ilişkilerden en iyi verimi almanın dolayısıyla hayatı mutlu yaşamanın yolu yaşadığın ana tanık olmakmış.
Düzeltmek için değil yaşadıklarından gelişimin için çıkarım yapmak ve bu çıkarımın seni ulaştıracağı insana tanık olmakmış.