Günümüz dünyasında, insan değeri, sahip olunan etiketler ve markalar üzerinden tanımlanır hale geldi. Kapitalizmin bu görünmez ama her yerde hissedilen eli, bireyleri sadece birer tüketiciye indirgerken, değer algımızı da manipüle eder. “Ne giydiğin, ne kullandığın, nerede yaşadığın seni sen yapar,” der modern dünya. Ancak, bu algının altında yatan derin bir çelişki var: İnsan değeri, asla bir markanın ya da etiketin büyüklüğü ile ölçülemez. İşte tam da bu noktada Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye” hikâyesi, zamanlar üstü bir ders verir. İnsanların kürke gösterdiği değer, gerçek insani değerlerin nasıl görünmez hale getirildiğini ironik bir şekilde ortaya koyar.
Kapitalizmin Dayattığı Yanılsama
Kapitalizm, sürekli bir tüketim döngüsü yaratır ve bireyleri bu döngünün merkezine oturtur. Psikolojik olarak, satın aldığımız ürünlerin sadece işlevsellikleriyle değil, bizi kimliklendiren yanlarıyla da ilgileniriz. Bir marka çantanın ya da lüks bir otomobilin verdiği “değerli olma” hissi, aslında bir yanılsamadır. Psikolog Tim Kasser’ın materyalizm üzerine yaptığı araştırmalar, tüketim odaklı hayat tarzının bireylerde daha düşük mutluluk düzeyi, daha yüksek kaygı ve depresyon oranlarıyla sonuçlandığını göstermiştir. İnsanlar, tükettikçe mutlu olacaklarına inanır, ancak bu döngüde gerçek anlamda tatmin olamazlar.
Dahası, kapitalizm, insanın kendi yetersizlik algısını besler. “Ben yeterince iyi değilim” düşüncesiyle başlayan bu serüven, daha fazla tüketimle çözülmeye çalışılır. Oysa tam da bu noktada kişinin kendisiyle yüzleşmesi gerekir. İnsan, anlamını dışarıda değil, içeride aramalıdır.
Sosyolojik Deneylerin Göstergeleri
Bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek, ünlü kemancı Joshua Bell’in bir metro istasyonunda yaptığı deneydir. Bell, milyonlarca dolarlık kemanı ve dünya çapında ünlü müzikal becerisiyle sokakta sıradan bir müzisyen gibi çaldığında, yanından geçen binlerce kişi onu fark etmedi. Ancak aynı kişiler, Bell’in konserine yüzlerce dolar ödemeye hazırdı. Bu deney, değer algısının büyük ölçüde bağlam ve dışsal etiketlerle şekillendiğini kanıtlar. İnsanlar, bir bireyin ya da bir nesnenin gerçek değerini, çevresel işaretler olmadan algılamakta zorlanır.
Felsefi Bir Yaklaşım: İçsel Değer
Felsefe tarihine baktığımızda, insanın değerini dışsal unsurlar yerine içsel özelliklerle tanımlayan birçok düşünür görürüz. Epiktetos, “İnsanı rahatsız eden olaylar değil, o olaylar hakkındaki düşünceleridir,” derken, bireyin mutluluğunun ya da değer algısının tamamen kendi zihninde şekillendiğini savunur. Bu perspektiften bakıldığında, bir markanın ya da statünün bireye herhangi bir anlam katması mümkün değildir. İnsan, değerini kendi eylemleri, düşünceleri ve başkalarına olan katkılarıyla belirler.
Martin Heidegger’in “varlık” kavramı da bu noktada önemlidir. Heidegger’e göre, modern insan, varoluşunu nesneler üzerinden anlamlandırmaya çalışır. Oysa gerçek varlık, sahip olduklarımızda değil, olduğumuz yerde ve anda saklıdır.
Psikolojik Arka Plan: Değersizlik Algısının Kökeni
Kendi yazdığınız sözde de belirttiğiniz gibi, “Marka, beni ben yapmaz, ama insanlar marka ile yaratıldığını ve anlamlı olduğunu düşünür.” Bu düşünce, değersizlik algısının özünü oluşturur. Çocukluk döneminden itibaren bireylere değer ölçütlerinin dışsal olduğu öğretilir. Aileden, okullardan ve toplumdan gelen mesajlar, başarıyı ve mutluluğu dışsal göstergelerle ilişkilendirir. Bu, bireyin içsel kaynaklarına güvenmeyi öğrenmesini engeller.
Bağlanma kuramına göre, çocuklukta güvenli bağlanma yaşayan bireyler, yetişkinlikte kendi değerlerini daha iyi hisseder ve dışsal onaylara daha az ihtiyaç duyar. Buna karşın, güvensiz bağlanma yaşayan bireyler, sürekli dışarıdan gelen onaylarla kendilerini tamamlamaya çalışır. İşte markalara ya da statüye duyulan bağlılık da bu güven eksikliğinin bir tezahürüdür.
İnsan Değerini Yeniden Tanımlamak
Gerçek değer, tüketimle ya da dışsal etiketlerle değil, içsel bir dönüşümle elde edilir. Bir bireyin en büyük gücü, kendisini olduğu gibi kabul etme cesaretinde saklıdır. Toplumun dayattığı normları sorgulamak, hem bireysel hem de kolektif bir devrimin başlangıcı olabilir. Gandhi’nin “Dünyada görmek istediğiniz değişimin kendisi olun” sözü, bu dönüşümün özüdür.
Bireyler olarak, kendi değerimizi tüketim alışkanlıklarımızla değil, dünyaya katkılarımızla ölçmeye başladığımızda, bu zincir kırılacaktır. Eylemlerimiz, başkalarına sunduğumuz sevgi, empati ve dayanışma, gerçek anlamda bizi biz yapan değerlerdir.
İçsel Yolculuğa Davet
Kapitalizmin bu oyununu bozmanın yolu, insanın kendisiyle barışmasından geçer. Stoacı filozof Marcus Aurelius, “Mutluluk, kendi zihninizde bulduğunuz bir şeydir; dışarıdan gelmez,” diyerek, bireyin değer algısını kendi iç dünyasında keşfetmesi gerektiğini savunur. İnsan, kendisine dışarıdan dayatılan bu sahte değerlerden sıyrılmalı ve içsel bir yolculuğa çıkmalıdır.
Bu yazının amacı, okuyucuyu bu içsel yolculuğa davet etmektir. Markaların, statü sembollerinin, sosyal medyada alınan beğenilerin ötesine geçmek, gerçek bir insan olmanın özüne dönmek demektir. İnsan, sadece olduğu için değerlidir. Ve bu değeri hiçbir etiket ya da marka tanımlayamaz.
Unutmayın: “Değerli olan, sahip olduklarınız değil, kim olduğunuzdur.”