Sosyal Medya: “Narsistleştiremediklerimizden misiniz?”

Toplumsal hayat içinde; yararlarının da çok olduğunu yadsımamamız gerekse de; sosyal medya, yetersizlik, yetinememe, tatminsizlik, her konuda ‘sidik yarıştırmak’, hep daha iyisine benzeyebilirim, daha iyisini bulabilirim, ben ondan daha becerikliyim, daha sevecenim, daha anlayışlıyım, ben daha güzelim, arabam daha güzel, daha spiritüelim, daha zenginim, daha akıllıyım; daha daha daha yanılgısı, egoyu bilinçsizce daha fazla besleme ihtiyacı doğuruyor. Sosyal medya adeta bir narsist fabrikası gibi çalışıyor.

Sosyal Medya: “Narsistleştiremediklerimizden misiniz?”

Ego bir canavar gibi doymak bilmeyen bir yapıya sahip. Ne kadar bilinçsizce çok beslenirse o kadar çok şişip ve büyüyor. Ancak şu da yadsınamaz ki; günlük hayat içinde egoya ihtiyacımız var. Tümüyle benliksiz yaşayamayız; o gerçek ölümdür; dolayısıyla onu tümüyle aç da bırakamayız. Ancak öz benlik; hırstan, kibirden, kıskançlıktan, kinden, nefretten arınmalı. Saf olmalı.

Sosyal medya adeta bir tür perde, örtü, peçe gibi bireylerin önünde. Hatta bir semt pazarı kadar çeşitli ve renkli. Ne yazık ki; çoğu insan tezgahlara, vitrinlere istediklerini koyuyorlar bu perdenin arkasında gerçek kimliklerini gizleyerek, ve özgüvenlerini sahte bir biçimde parlatıyorlar. Kişi bu perdenin arkasında kendi reklamını yaparken hem bu yapmacık tasarımına inanıyor hem de yüksek sayıdaki kişiyi de inandırıyor. Bu sahte toplumsal statü, sahte bir ego tatmini sağlıyor. İçindeki “narsist” yapıyı besleyerek onu bir kişilik yapılanmasına dönüştürüyor. Kötülük ve hastalık başlıyor.

Perdenin iç tarafı da bir tür dev aynasına benziyor. Kişi allayıp pullayarak yarattığı sahte imaja inanıyor ve her geçen gün onu daha çok beğenmeye başlıyor. Özünde gerçekliği olmayan, yaratılmış bir imajın hep bir maskeye, kılıfa, perdeye ihtiyacı var. Çocuklukta gelişmemiş egonun ve bu yüzden eksik olan özgüvenin zehirli bir havayla şişirilmesi demek bu. Hele ki insan, yapılmış benliğinden memnun değilse, kendinin farkında değilse, kendini kabule almamış, hatta “kendi” olamamış ve komplekslerle dolu bir bilinç haline sahipse!

Sosyal medya iletişimlerinde insanlar daha çok kusur bulma, kusur arama yetileri geliştiriyorlar. Zihinden kaçış yok aslında. Onu sadece belli sürelerde susturma çalışmaları yapabiliyoruz.

İletişimde, çat çut konuşmaların, WhatsApp türü mesajlaşmaların hiçbiri bir insanı tanımak için yeterli olmadığı gibi, tanıdığınız insanla bile net olarak anlaşabilmek için yeterli değil. Yalan söylemek bir alışkanlık haline gelmişse, kişi bunun önüne geçemiyor ve en kolay yalan söylenebilecek durumlar, mimiklerin, yüz ifadelerinin, gözlerin görülmediği mesajlaşmalarla destekleniyor. Yalanın organik bir varlık olduğunu ve elden ele bulaşabildiğini fark etmek gerekiyor. Sürekli kendimizi kandırarak, kendimize ve herkese yalan söyleyerek vardığımız nokta ancak kişisel önemlilik bataklığında boğulmak olabilir.

Tümüyle bu pencereden baktığımız zaman görüyoruz ki; Narsist Kişilik Bozukluğu’na sahip insanlar işlemcisi sadece kendi menfaati için çalışan bir tür ego robotları gibiler. Birey değiller, hep bir şeylerin taklidi olarak kalmaya mahkumlar.

Genlerimizle taşıdıklarımız ve atalarımızın yaşadığı, deneyimlediği; zor koşullarda türünü sürdürebilmek için verdikleri mücadelelerin ve travmaların, sinir sistemlerimize yansıması yetmezmiş gibi; doğduğumuz andan itibaren ebeveynlerimiz, yakın akrabalarımız, çevremiz, eğitimciler tarafından kimlik bombardımanlarına tutuluyoruz. Bu kimlikler zihnimizi istila eden yabancı bir bilince ait gibi değil mi? Durmadan konuşuyorlar, bize bir şeyler söylüyorlar zihnimiz aracılığıyla. Biz de ona göre eyleme geçebiliyoruz. Gerçekten düşünemiyoruz o kalabalık ve gürültülü zihin bariyerleri arasında. Bu yüzden içsel sessizlik gerekiyor; bu istilacı, dedikoducu yabancı bilinç katmanlarını susturmak için.

Çünkü insanlar genellikle ve çoğunlukla mutsuzlar ve mutsuzluklarını birbirlerine bulaştırmak için büyük bir gayret gösteriyorlar. Sanki herkes mutsuz olursa, mutsuzluk bir anlam kazanacakmış gibi. Oysa gerçek bir savaşçının; başkalarının ne yaptığıyla ilgilenip, özenti sahte duygular üreteceği yerde; kendi potansiyelini tam olarak kullanabilmesinin bir son değil, sonsuzluk olduğunun farkına varması gerek.

Kararlarımızı, tercihlerimizi hormonal durumumuz belirliyor. Mutluluk hormonlarımızın artış gösterdiği anları beynimiz kayıt altına alıyor. Bu hormonların birbirleriyle olan etkileşimi ve düzeyleri de hayatın içinde hangi durumlarda haz alıp, hangi durumlarda endişe ve korku duyacağımızı belirliyor. O anların ortak paydası bizi belli bir bilinç katmanına sabitliyor. Gerçekliği de işte bu bilinç katmanıyla ulaştığımız sahte bir farkındalıkla algılıyoruz. Toplumsal kolektif bilinç de dünyanın yaşadığı gerçekliği oluşturuyor. Bu açıdan bakınca birer biyolojik robot köle olduğumuz düşüncesine kapılmamak mümkün değil. Hormonlarımızın bileşkesiyiz ve zihnimiz de hepsinin gereksiz işler müdürü olarak devrede. Hiç susmuyor.

Oysa duymaya izin verirsek; içsel sesin zeka ile bağlantısı var. Neden? Çünkü beynimiz bütün öğretilerdeki verilen mesajları alıyor ve kalple beyin arasında iletişim oluşuyor. İçsel ses ki o yine büyülü yanımızdır; zekidir çünkü duygularının esiri değildir. Bu zeka bir tür hissediş, biliştir, tinsel bir zekadır.

Bir yandan algıda seçicilik geliştirirken, seçtiğimiz her şeye aşırı anlamlar yükleme sevdalısıyız çünkü genellikle duygularımızın kontrolü altında savrulan, kökleri çoktan kopmuş kuru dallar gibiyiz. Bu nedenle de ruhun (tinin) özgürlüğünün farkına varamıyoruz ne yazık ki. Ancak kendi zihninin hapishanesinden çıkmış, özgürleşmiş birini gerçekten tutsak kılmak mümkün olmasa gerek. En zor ulaşılan mertebe bu değil mi zaten?

Yaşadığımız dünya gerçekliğinde narsistler hep var olacak. Onlarla aynı dünyada yaşadığımız gerçeğini hiç unutmadan, onların etki alanına girmeden yaşayabiliyorsak gerçek savaşçılarız, gerçek büyücüleriz.

Aydınlanma süreci, uzun, yüksek, tehlikeli ve dik bir merdivene benziyor. Her basamakta önemsediğimiz ve gereksiz anlamlar yüklediğimiz, acıyı besleyen tuzaklar, manipülatörler var. Sadece ve sadece içsel sessizliğimizi koruyup, basamakları geride bıraktıkça özgürleşebiliyoruz.

Gerçek şu ki; hayatta ne olduğumuz değil, olduğumuz şeyi nasıl taşıdığımız önemli. Belki de ne kadar çok sayıda insan bir başka gerçekliğin var olduğunun bilinçsel farkındalığına ulaşırsa Dünya’nın da sabitlendiği yalan gerçeklik son bulur; Dünya daha güzel bir yer haline gelir. Kim bilir?

 

Yazar

Benzer yazılar

2 Yorum

  1. Rüya Gösterge

    Çok teşekkürler. Deliklerinin çok küçüldüğü eleklerden geçmemiz, kendimizi o elekten geçirmemiz gerekiyor ki özümüzün farkına varalım. Herkesin savaşının kendisiyle olması uygun olur diye düşünüyorum. Kendimizin en iyi versiyonuna ulaşmak olmalı çabamız. Tüketmekten çok üreten bireyler gerçekten var oluyor ve onların kendilerini göstermek gibi bir hasletleri de yok sosyal medyayı da kullanırken.

    Yanıt
  2. Murat Tali - YY

    Sevgili Rüya, yazın, sosyal medyanın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini cesurca ele alıyor. Narsistik eğilimleri besleyen, kimlikleri parlatan ama içsel boşlukları derinleştiren bir dünyanın içindeyiz. Beğeniler, yorumlar, paylaşımlar… Hepsi bir onay mekanizmasına dönüşmüş durumda. Satırlarında, sosyal medyanın bizi nasıl şekillendirdiğini sorgularken, aynı zamanda bu girdabın içinde kendimizi nasıl kaybedebileceğimizi de hissettirdin. En çok da şu düşündürdü beni: Kendimizi göstermek için mi varız, yoksa gerçekten var olduğumuz için mi paylaşım yapıyoruz? Bu farkındalık dolu ve sorgulatan yazın için teşekkür ederim. Kalemine sağlık!

    Yanıt

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir