“Bazı insanlar evliliğini yaşamaz, yayımlar. Sevgiyi paylaşmakla pazarlamak arasındaki o ince çizgi ise artık bir filtre kadar flu.”
Mutluluk performansı diye bir şey duydunuz mu? Sosyal medyada ilişkilere dair sergilenen bu gösteriye verilen isim tam olarak bu. Yani özünde mutsuz olan, travmatik bir ilişki yaşayan insanların, dijital mecralarda mutluymuş gibi davranması, gülümseyen pozlar, kalp emojileri, methiye dolu hikâyeler paylaşması… Hepsi, aslında görünmeyen bir çığlığın üzerini örten sanal bir sahne tasarımı. Ve evet, buna “Mutluluk Performansı” deniyor.
Gerçek bir ilişki içsel olarak yaşanır; sahne ışığına maruz kalan sevgi, ışıktan değil yanılgıdan parlar.
Gelin, biraz bu duruma evrensel olarak nasıl isimler verilmiş, nasıl açıklanmış, ona bakalım…
İzlenim Yönetimi (Impression Management): Gerçeği Göstermek Değil, Görünmek Üzerine Kurulu Bir Sahne
Sosyal psikolojide önemli bir kavram olan İzlenim Yönetimi, insanların başkalarının kendileri hakkında nasıl düşündüğünü şekillendirme çabasına verilen isimdir. Bu davranış, aslında oldukça doğal bir eğilimden doğar: Toplum içinde var olmak isteyen her birey, bir “imaj” sunar.
Ama bu imaj, içsel gerçeklikle örtüştüğünde sağlıklıdır; örtüşmediğinde ise bir psikolojik maskeye dönüşür.
Günümüzde bu maske, çoğunlukla sosyal medya aracılığıyla takılıyor. İnsanlar ilişkilerini, hayatlarını, duygularını gerçekte nasıl yaşadıklarından çok, nasıl görünmesini istiyorlarsa o şekilde sunuyorlar. Bu, bazen bir filtreyle, bazen sahte bir gülümsemeyle, bazen de altına düşülen o gösterişli ama içi boş “canım kocam / ruh eşim” cümleleriyle yapılıyor.
“Biz çok mutluyuz, çünkü öyle görünmek istiyoruz.” Bu cümle, çoğu zaman o çiftin gerçek duygusal mesafesini değil, başkalarına sunmak istedikleri algıyı yansıtır.
Peki Neden Böyle Yapıyoruz?
Çünkü hepimiz, az ya da çok, dış onaya bağımlı hale getirildik. Mutlu görünmek, sosyal çevrede “başarılı bir ilişki yürütüyor” etiketi almak, çoğu insan için gerçek sorunlarla yüzleşmekten daha kolay hale geldi. Gerçekte çürüyen ilişkiler bile, sosyal medya sahnesinde alkış alabiliyor. Zamanla birey, bu sahte alkışlara gerçekten inanmaya başlıyor. Bu da duygusal çelişkiyi, hatta bazen psikolojik tükenmişliği besliyor.
Gerçekten Mutlu Olanlar, Neden Daha Az Paylaşır?
Çünkü mutluluk “gösterilecek” bir şey değil, “yaşanacak” bir şeydir. Gerçek yakınlık, mahremiyet ister. Gerçek sevgi, sosyal medya onayına ihtiyaç duymaz. İzlenim yönetimine gerek kalmaz, çünkü gösterilecek bir şey yoktur; o ilişki zaten iki kişi arasında derindir, sessizdir, ama gerçektir.
Gösterişli Mahremiyet (Performative Intimacy): Aşkın Sahne Işıklarına Mahkum Edilmesi
“Mahremiyet”, eskiden iki kişi arasında sessizce büyüyen bir güven alanıydı. Bugünse çoğu ilişkide mahremiyet, sosyal medya algoritmalarının önüne serilen bir gösteri malzemesine dönüşmüş durumda. İşte bu dönüşümün modern adı: Performative Intimacy.
Bu kavram, özellikle çiftlerin sosyal medyada ilişkilerini gerçekten yaşamak yerine, göstererek yaşaması hâlini tanımlamak için kullanılıyor. Yani amaç, hissetmek değil; görünmek. Sevgiyi derinleştirmek değil; alkış toplamak. Gerçek duygusal bağ zayıfladıkça, o boşluğu doldurmak için daha fazla story, daha fazla etiket, daha fazla “mutluluk pozu” gerekiyor.
Peki Bu Ne Anlama Geliyor?
Çiftler belki aynı yatakta uyuyor ama farklı dünyalarda uyanıyor. Konuşmadan geçirdikleri günleri, birlikte gülümsedikleri fotoğraflarla örtüyorlar. İlişki duygusal olarak tükenmiş olabilir, ancak dijitalde hâlâ “çok mutluyuz” imajı yaşatılmaya çalışılıyor. Çünkü ilişkiler artık içeride değil, dışarıda yaşanıyor. Birlikte geçirilen zaman değil, “birlikteyiz” denilen kare önemli. Ve o kare, çoğu zaman gerçeklikten çok temsili bir illüzyon.
Mahremiyet Gidince Ne Kalıyor?
Sadece izleyiciye oynanan bir sahne kalıyor ve o sahnede gerçek değil, kurgu hüküm sürüyor. Her paylaşım, aslında “bakın, hâlâ birlikteyiz” deme ihtiyacının bir yansıması oluyor. Oysa sağlıklı bir ilişkide bu cümleye bile gerek kalmaz. Çünkü birlikte olup olmadığınızı göstermek değil, gerçekten hissetmek yeterlidir.
Hatırlatma:
Gösterilen her mutluluk, yaşanan bir huzurun kanıtı değildir. Bazen en çok poz verenler, en az dokunabilenlerdir.
Dijital Benlik vs. Gerçek Benlik: Ekrandaki Sen mi Gerçeksin, İçindeki Mi?
Sosyal medya, çağımızın en büyük sahnesi ve bu sahnede herkes bir rol seçiyor. Biri “başarılı”, biri “mutlu evli”, biri “özgür ruh”, biri “mücadeleci kadın”, biri “aile babası” kimliğiyle çıkıyor karşımıza. Oysa sahnenin dışında kalan perde arkasında, bu kimliklerin çoğu ya eksik, ya taklit, ya da tamamen kurgu. İşte buna sosyal psikolojide “Dijital Benlik ve Gerçek Benlik Uçurumu” deniyor. Yani, bir insanın sosyal medyada sunduğu kişilik ile kendi iç dünyasındaki gerçek kişiliği arasında oluşan fark.
Peki Bu Neden Tehlikeli?
Çünkü dijital benlik, kısa vadede dış dünyanın beğenisini toplarken, gerçek benlik zamanla yalnızlaşır. İnsan kendi içinden uzaklaşır ve kendisi olmayı unutur. Bu durum çiftlerde daha da dramatik bir hâl alır. Çift olarak dijitalde var olan o görüntü, gerçek hayattaki çatışmaların üzerini örter. İki insan, sadece dijitalde “birlikte” görünmeye devam ettikleri sürece ilişkilerinin sürdüğüne inanır hâle gelir. Gerçekte konuşmayan, birbirine dokunmayan, birlikte gülmeyen ama sürekli “story” atan bir çift… Kısacası: Online olarak birlikte, duygusal olarak kilometrelerce uzakta.
İki Benlik Arasında Kalan İnsan:
Bir yanda gülümseyen pozlar, filtreli hayatlar, beğenilerle büyütülen bir dijital persona diğer yanda içi acıyan, tatminsiz, yalnız, belki kırgın, belki öfkeli bir gerçek benlik. Bu uçurum açıldıkça, insan önce kendini, sonra ilişkisini kaybetmeye başlar. “Kendine bile yabancı biri, bir başkasına nasıl gerçek olabilir ki?”
Hatırlatma;
İnsan, sadece başkalarını kandırmaz; sosyal medyada en çok kendine yalan söyler.
Bilişsel Çelişki (Cognitive Dissonance): Gerçekle Görüntü Arasındaki Ruhsal Sürtünme
Bilişsel çelişki, psikolojide çok temel ama çok sarsıcı bir kavramdır: İnsan, düşünceleriyle davranışları çatıştığında içsel bir rahatsızlık hisseder. Yani bir şey düşünür, ama başka bir şey yapar. O zaman da zihinsel bir denge kurmak için kendine yalan söylemeye başlar.
Örnek mi?
Bir insan eşini aldatır ama sosyal medyada “ruh eşim” diye yazmaya devam eder. Bu, dışarıya sunulan imajla içsel gerçeklik arasında uçurum oluşturan bir çelişkidir. Ve bu çelişkiyi makyajlamak için en kolay yer sosyal medyadır. “İçeride ihaneti barındırırken, dışarıya sonsuz sadakat pozu verilmesi…” İşte bu çelişkinin adı bilişsel “Cognitive Dissonance”‘tır.
Sosyal Medya: Çelişkiyi Maskeleyen En Güçlü Araç
Bu çatışma her zaman bilinçli değildir. İnsan bazen kendini inandırır: “Ben kötü bir şey yapmıyorum.” “Zaten beni anlamıyor.” “Biz sadece görünürde bitmedik.” Ama sosyal medyada mutlu pozlar, romantik sözler, çift tatilleri paylaşılırken… içeride güven sarsılmış, duygular soğumuş, sadakat çoktan zedelenmiştir. Filtreyle kapatılan her kusur, bir gün gerçeklik olarak patlar. O yüzden sosyal medya, bu çelişkinin üzerini parlak ama sahte bir kaplama ile örter.
Bu Ne Tür Bir Etki Yaratır?
- Kişi, kendi yalanını yaşamaya başlar.
- Gerçek duygular bastırılır, gösteri öncelik kazanır.
- İlişkiler yüzeysel bir “sürdürme hali”ne dönüşür.
- Ve en acısı: bu çelişki sürdükçe içsel tükenme artar.
“Mükemmel görünen ama çürümekte olan ilişkiler, aslında zihinsel bir yıkımın dekorlarıdır.”
Hatırlatma;
İnsan en çok kendine dürüst olmadığında yorulur. Bilişsel çelişki, yalanla gerçeğin aynı kalpte kavga etmesidir.
Peki bizim ülkede durum nedir?
Bunu sadece biz mi yaşıyoruz yoksa dünyada da benzer şeyler mi yaşanıyor? Güzel bir haber vereyim, bu sadece bize özgü değil; ama bizde daha yüksek sesle oynanan bir tiyatro. Çünkü bizde hâlâ çok güçlü bir kültürel program var adı: “El âlem ne der?” Ve bu program, bireysel huzurun önüne geçebilecek kadar kalabalık. Batı toplumlarında birey ön plandadır; kişi kendi mutluluğu ya da mutsuzluğu üzerinden karar verir. Ama bizde, ilişkiler çoğu zaman çiftler arasında değil, aileler ve toplum arasında yaşanır.
Evlilik yalnızca iki kişilik bir bağ değil, aynı zamanda sosyal onaylanma aracına dönüşür.
Hal böyle olunca, ilişki içindeki gerçek çatlaklar değil; dışarıya yansıyan “sağlam görüntü” önem kazanır.
Boşanma, Hâlâ Bir “Kayıp” Olarak Görülüyor
Boşanma, bireysel özgürlükten çok, bir başarısızlık gibi algılanıyor. Özellikle kadınlar için, boşanmak hâlâ “yetersiz, eksik, terk edilmiş” gibi etiketlerle birlikte anılıyor. Erkekler için de evliliği sürdürememek, “güçsüzlük” ya da “kontrol kaybı” gibi yorumlanıyor.
Bu yüzden, aslında bitmiş ilişkiler yıllarca sürdürülüyor. Ve insanlar, “ilişkiyi yaşamak” yerine, “ilişkiyi sürdürüyor gibi görünmeyi” tercih ediyor. Burada devreye sosyal medya giriyor: Bir tür sanal evlilik makyajı. Mutluluk pozları, tatil kareleri, yıl dönümü yazıları… Hepsi, aslında içeride olmayan bir şeyi dışarıdan varmış gibi göstermek için sahnelenen mikro tiyatrolar.
Ne Oluyor Peki Gerçekte?
Mutlu görünen çiftler, aslında aynı evde birbirine yabancılaşmış iki kişi. Aynı çatı altındalar ama göz göze gelmeden yaşıyorlar. Sosyal medyada kol kola, ama duygusal olarak omuz omuza bile değiller. Her story bir perde, her “canım eşim” yazısı bir savunma duvarı. “İlişki bitmemiştir; sadece içi boşalmıştır. Ama görüntü hâlâ taş gibi duruyordur. Çünkü bizde ‘görüntü’ hâlâ ‘gerçeklikten’ daha kutsal sayılıyor.”
Görünenin Ardındaki Sessizlik
Sosyal medyada aşk, evlilik ve ilişkiler üzerine sergilenen sahne, giderek daha gürültülü hale geliyor. Ancak bu gürültü, çoğu zaman içerideki sessizliği bastırmak için üretiliyor. Gerçek sevgi, bağ kurmak; gösterişli sevgi ise bağ kuruyor gibi görünmekle yetinmek. Ve bu fark, insan psikolojisi üzerinde sürüncemeli bir çöküşe yol açabiliyor.
Amerikalı psikolog Carl Rogers, gerçek benlik ile ideal benlik arasındaki fark büyüdükçe kişinin psikolojik gerilimi arttığını söyler. “Kişi olmak, kişinin olduğu gibi olmasına izin verilmesidir.” – Rogers, 1961 Sosyal medya ise kişiye “olduğu gibi olmayı” değil, “olmak istediği gibi görünmeyi” öğretir. Ve bu da içsel tutarsızlıkla birlikte depresyon, kaygı ve yabancılaşmayı tetikler.
Ayrıca Harvard Üniversitesi’nden psikolog Dan Gilbert’in çalışmaları, insanların sosyal karşılaştırmalara dayalı mutluluk arayışının, gerçek mutluluğu sabote ettiğini gösteriyor. Yani bir başkasının “mutluymuş gibi” görünmesi, sizin gerçekten mutlu olma ihtimalinizi azaltabilir.
Çünkü sahte mükemmellik, gerçek kusurların değersizleşmesine neden olur.
“Göründüğü kadar mutlu olan insanlar yoktur; sadece görünmek zorunda hissedenler vardır.” – Esther Perel
Ve unutulmamalı: Mahremiyet, bir ilişkinin ruhudur. Sürekli paylaşılan bir şey, zamanla tüketilir. Sürekli poz verilen bir aşk, zamanla yalnızca bir dekor haline gelir. Sosyal medya sahnesinde oynanan her “biz çok iyiyiz” repliği, içeride kurulamayan gerçek diyalogların yerine geçtikçe, ilişkiler yüzeyde kalır, derinlik kaybolur.
Kendi Gerçeğine Dönmek
Ben bu yazıyı, kimseye sosyal medyayı bırakın ya da poz vermeyin diye yazmadım. Sadece şunu fark ettim: Gerçek sevgi, ışıktan değil, içten parlar. Ve içten olan hiçbir şey, dış onaya ihtiyaç duymaz.
O yüzden şu soruyu sordum — belki sen de sormak istersin: “Bir ilişkiyi gerçekten yaşadığımız gibi mi gösteriyoruz, yoksa gösterdiğimiz gibi mi yaşıyoruz?”
Eğer cevap seni susturuyorsa, sorunu kelimelerde değil… İlişkide, davranışta, yüzleşilmemiş duygularda aramaya başlaman gereken noktadasın demektir.
Belki şimdi değil. Ama bir gün o aynanın karşısında aynı soruyu sorarsın:
“Bu bir mutluluk performansı mı?”
Ve işte o gün… Sessizlik sana gerçekleri fısıldar.