Çok kullanılan klişe bir söz vardır. Bunu hepimiz biliriz. “Affet ve unut gitsin”. İnsan bir kere affettikten sonra unutmasına ihtiyacı yoktur. Asıl öncelikli eylem unutabilmekten geçer.
“Bana” yapılanı unutmak mümkün mü? Acıyı yaşamayan bilmez derler. Evet, herkesin acısı kendine. Herkes acıyı farklı yaşar, farklı bakış açılarına göre. Acı göreceli bir kavramdır. Kişilere göre, hissetme yoğunluğumuza göre, realiteyi algılayış seviyesine göre, farklı olaylara göre, hatta zamanla artan tecrübelerimize göre acının miktarı hep değişir. Bırakın başkasının acısını hissedebilmemizi, kendi acımıza bile zaman geçtikçe anlam veremiyoruz. Eskiden kişi çok acı çektiği bir olaya bugün gülüp geçebiliyor. Ne gerek varmış bu kadar üzüntüye diyebiliyor.
Bütün bunlara rağmen… Acı-mız o an bize ne kadar ağır da gelse… Evet… “Unutmak” mümkün! “Bana” kavramından sıyrıldığımızda geriye sadece karşıdaki kişinin eylemi kalıyor. Kendini benliğinin üstüne çıkmış buluyorsun bir anda ve o an anlamsızlaşmaya başlıyor yapılanlar. “Yanlış/suç/kusur/günah” diye nitelendirdiğin şeyler o ana mahsus yapılmış bir eylem fakat sen bunları unutmadığın, bunlara sıkı sıkıya tutunduğun ve hafızanda var ettiğin her an, saat, ay ve yıllar boyunca kendi kendine bu acıyı yaşatmaya devam ediyorsun. Kendi ruhunu, kalbini, özgürlüğünü egona esir etmiş oluyorsun. Tatlı meyveler veren, yeşil yaprakları olan kocaman bir ağacın gövdesine bir kurt atıp bütün ağacı zaman içinde kurutmasını beklemek gibi…
Buradaki anlam karşındakinin suçunu, yanlışını görmemek değil. Zaten bu meleklik veya bir çocuğun saflığı olurdu. Asıl erdem, bunları hem görmek hem de kendi benliğinin üstüne çıkarak sana yapılanı unutabilmek ve akabinde affedebilmektir. Kendi benliğinin üstüne çıktıkça, daha yukarıdan geniş bir açıdan bakmaya başlıyorsun olaylara. Kendini (egonu) sevmekten, daha üst benliğine ve daha da üstüne, evrensel sevgiye geliyorsun. Aslında unuttuğun suçun eylemi değil, kendinsin, egoların. Ruhuna ağırlık yapan, saf ışığın üstünde parıldamasını engelleyen, içine girip saklandığın tüm kabuklarından bir bir soyunmaya başlıyorsun. Sonra geriye tek bir şey kalıyor. Sevgi… Fakat herkesin anladığı ağızdan ağıza anlamsızca dolaşan sevgi değil bu. Bu “olmak”. Burada ne sen varsın ne de o. Burada bütünlük, teklik, sonsuzluk var. İyi ve kötü de yok. Sadece olmak var. İşte bu anda affetmek kelimesi tüm anlamını yitiriyor. Böyle bir Sevgi’nin akışında iken, affedecek ne bir kimse ne de bir olay kalmıyor. Ben de yokum zaten noktasına geliyor adam… Bu öyle sonsuz bir sevgi ki, affedilemeyecek hiçbir şey yok O’nun içinde, suç ne kadar büyük olursa olsun. Işık olduğu sürece karanlık var olamaz… Ayrıca her an herşey yeniden yok oluyor ve tekrar var oluyor. Geçmişte suç işleyen kişinin bugün de suç işleyeceği sabit değildir. Sen nerden biliyorsun ki senin de aynı suçu eski hayatlarında işlemediğini, ya da çok ileri gitmeye gerek yok, 10 yıl önce işlemediğini mesela. Hayat her an bize bir şeyler öğretiyor. Dün günahkâr olan bugün aziz olabiliyor.
Ölümle gelen bu sonbaharımda
Elveda dedim,
Acımasızca beni terk eden, çocukluğuma
Elleri her yerimde,
Parçalıyorlar, masumiyetin giysisini üzerimde
Yaşlandığımı görüyorum bakınca,
Vahşi gözbebeklerinde
Nasıl oldu bir anda,
Sürüklendim çocukluktan yaşlılığa,
Ölümle gelen umutsuzluğa…
Gördüğüm ben değilim
Ruhum isyan etti, bedenimi terk etti
İzliyor uzaktan, bir film gibi
Kim bu kadın, bu ben değilim… Artık ben değilim
Her renkten oynatıyorlar aynı filmi
Kahverengi, mavi, siyah gözbebekleri
Hepsinde görüyorum, aynı nefreti
İçinde cansız duran, bedenimin sığdığı kareyi
Tanrım! Hiç mi dokunmamış ruhları yüce Sevginin zerresine
Ruhum geçti bedenimden artık,
Üzülür oldu, şu zavallı ruhların esaretine
Bir et parçası nedir ki… Gördüğüm bu ruhların can çekişinde
Tanrım al! Sadece ruhumu al!
Ama koyma beni de,
Bu kayıp ruhlar âlemine!
Çağla Meydan