Her gün daha çok benzemeye başladığım ve hiçbir zaman kimseye eyvallahı olmamış babama;
Gittiğin yerde zaman kavramı nasıl bilmiyorum ama, sen, gerçek zannettiğimiz bu hayal aleminden göçeli epey oldu. Hemşerimiz de olan Oğuz Atay’ın, ölmüş babasına yazdığı o mektubun her satırını okudukça ciğerim parçalanmakta, tekmil acıya gömülmekteyim. “Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.” Biliyorum ki, şimdi torunların da benim hakkımda öyle düşünmekte, olmasam bir çok şeyi yapabileceklerini kendilerine benden gizlice saklayarak söylemekteler, benim bunu bilmediğimi zannetseler de çok iyi biliyorum.
Gün geçtikçe daha çok benziyorum sana. Aynada kendime baktığımda karşımda duruyorsun sanki ve bana yine “yanlıştasın” diyorsun. Senin gibiyim: tek bir takım elbisem var, bir iki adet pantolonum. Üstüme başıma hiç özen göstermiyorum. Alkolü bıraktım. Senin gittiğin ilk günlerde epeyce içtim ama. Sol kulağıma musallat olan ağrılı şişkinlik, kırmızılık bir türlü teşhis edilemedi. Son yıllarda bol antibiyotik, ağrı kesici ve merhemlerle çare aranıyor. Sigarayı çoğalttım, geceleri fena öksürüyorum ve öksürdükçe de senin öksürmelerin geliyor aklıma.
Askerden geldiğim ramazan ayını hatırlıyorum. Özel televizyon kanallarının yeni yeni yayına başladığı zamanlardı. Anteni ayarlamak için on katlı apartmanın çatısına çıkmıştık beraber. Sen oruçtun, akşamın da ilk saatleriydi. Sigaradan saygı olmaz, diyerek yanında içmeme ses çıkarmıyordun. Ben senin fena tiryaki olmanı önemsemeden, yanında habire sigara içiyordum, anten ayarını yaparken duman burnuna doğru tütüyordu. Yerinden söktüğümüz anteni monte edememenin verdiği sinirle benim sigarayı burnuna üflemem fena delirtmişti seni. Tuttun kollarımdan ve köyün tüm eşeklerine geçmişimle seks yaptırarak, çatıdan atmaya çalışmıştın. Atmazdın. Çocukken de öyle havaya atıp tutardın beni. Bırakmayacağını bilirdim.
Demek istediğim senin gibi adamların heykeli kentlerin merkezine dikilmeli. Sen kalk, dedemim hor görmesine isyan et, çoban durduğun dağları bırak, büyük kente gel, kendine başka bir dünya kurmanın telaşına düş. Yahu ben, ne iş ne de ev değiştirme cesaretine hiç sahip olamadım. Bırak kent değiştirmeyi, oturduğum koltuk değişse bile yadırgıyorum hayatı. Sen gerçek kahramandın! Bunu hayattayken anlayamadım. Hep büyük bir tiyatronun figüranıymışsın gibi geliyordu bana. İdeolojik kavgaların dışında kalmanı küçümserdim, asıl büyük erdemin aileyi bir arada tutabilme gücü olduğunu anlayamayacak kadar cahil olmak sahiden de kötü. Hayatın boyunca başarabildiklerinin yarısını yapamadım ben, asıl figürasyona çıkan benim bu tiyatro sahnesinde.
Yokluğundan dolayı bir çok şeyin anlamı kayboldu. Dostlarıma, sevgililerime seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman ister istemez gözlerim doluyor, boğazıma cam kırıkları batıyor. Oğlun da yaşlanıyor galiba. Geceleri çok geciktiğimde nasıl ben gelmeden uyumaz, camdan gelişimi gözlerdin ya, şimdi ben de oğullarım eve gelmeden hep bir tedirginlik çemberinde kendimi sıkışmış hissediyorum. Benim sana kızdığım gibi, torunların da bana kızıyor, “çocuk muyuz, ne bekliyorsun” diye. Huysuz bir ihtiyar olacağım birkaç yıla kalmadan.
“Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar?” Hiçbir işe yaramaz! Hatırlıyorum da, yüzüne baktıkça kendimi açarak söylemek istediğim o kadar şey varken, anlamsızca susar, varlığını yok saymaya çalışırdım. Şimdi ölümünü anlamsızca yok saymaya çalışıyorum, sanki günün herhangi bir namaz saatinin bitiminde kapıyı rahatsız olmamamız için anahtarınla açıp gelecekmişsin gibi. Sen öldüğünden beri, diye başlayacağım cümleye ama elim varmıyor baba; gittiğinden beri demeliyim hep. Ölüm son! O yüzden hep iç acıtıyor.
Hasta olduğumda başıma gelip okuduğun duaları, serseriliğimden dolayı ben karakolun içinde dayak yerken senin kapıda olduğunu bilmenin verdiği cesareti, sana kızıp evi terk ettiğimde çocuklar gibi ağlamanı unutursam o zaman ölürsün ancak.
Gittiğin yere gelme olasılığım var her zaman ve bundan dolayıdır ki, yokluğun fazla hırpalamıyor beni.
Geldin. On yıl süren yokluğunda iki kere geldin. İlkinde, sağnak yağmurun altında beni taburenin üzerine oturtup yıkamaya başlamıştın. Yağmura rağmen kovadan aldığın suyu başımdan aşağıya defalarca boşaltmıştın. İkinci gelişinde, “karnım aç,” diyerek evin ortasında dikilmiştin de, ben bir şeyler hazırlamak için mutfağa geçecekken, annem mutfağın kapısında namaza durmuştu, “Namazı bitsin, yeriz baba,” demiştim. Sen sıkıntılı bir yüz ifadesiyle kaybolmuştun.
1940-2007 arasındaki altmış yedi yıla sığdırdığın hayatını sevdin mi? Yaşıtların daha yeni emekli olmaya başlamıştı. Gelecek rahat ve huzurlu günlerin hayalini kuruyorlardı. Annem hep derdi ya sana, yirmi beş yaşına kadar çobanlık yaptığını, belki de bilge olmana neden, doğayla bütünleşmeyi bilmendi. Sanatçıydın. Senin gibi kimse zurna çalamazdı. Şimdi senin gibi o ezgilerinde kozmosa karıştı.
Duştan yeni çıkmıştın, ben çay içiyordum, “içer misin?” dedim, “içmem,” dedin. Sonra beline giren o lanet ağrı! Gitme hazırlığına başlamışsın, farkına varamamışım. Belini ovmam, kızgın ütüyü havlu üzerinden basmam ne kadar boş çabalarmış, değil mi? “Sen böyle olacak adam mıydın?” diye söylenmem, sana vedam mı olacaktı? Duramadın acının o çağrısı karşısında, çorabını, üstünü giyme çabaların ne kadar hızlıydı. Annem komşudaydı ve yıllara varan o yere batasıca dargınlığınız bitmemişti.
Sonrası, seni bizden alacak olan Haydarpaşa Numune Hastanesi! “Öldü!” dedi, beyaz önlüklü cellat! Artık gitmiştin. Daha erken değil miydi baba? Morgun o soğuk rafına girmek için neydi acelen? Oğlun erkek olmaya daha hazır değildi! O boktan sözü uyduranı elime bir geçirsem neler yaparım kimse bilmez. Hani, “bir erkek babası ölünce, gerçek erkek olur,” diye saçmalayanı!
Cenaze törenin oldukça sadeydi. “”Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz,” yazan yeşil örtü “Gasilhane”de kalmadığından tabutun bir sandık gibi çıplak yatıyordu musalla taşında. Cenaze namazının ardından oldukça kalabalık akrabalar ve dostlar tarafından verilen helallikten sonra seni köyümüze götürmek için yola çıktık. Hiçbir ihtimal vermiyordum tabutta yatanın sen olduğuna. Sanki cemaatin arasındaydın. Birazdan yanıma gelecek, “niye burada bekliyorsun, girsene toplumun içine sıpa,” diye azarlayacaktın.
Köydeki evimiz. En çok senin yaşadığın ev. Senin yalnız ve huzurlu yaşadığın ev. Tiksindiğin tüm sahteliklerden kaçıp sığındığın limanın.
Çok kalabalığız şimdi. Hava ayaza, dona çekmiş. Tabutun içinde sen, koridorda yatıyorsun. İşte o zaman ağladım! Yoktun, olmayacaktın! Yenilen yemekler, içilen çaylar. Yine misafir ediyordun üşenmeden yanına gelenleri. Annem anlattı. Hani doğumunda ölen anneni. Babaannemi asla tanımamışsın. Dedem bundan dolayı mı seni evlat olarak görmezdi? Bir annenin sıcaklığını tatmadan geçen öksüz yılların hüznü mü vardı, bakarken beni de kederlere boğan gözlerinde? Bu yüzden mi sevdin kadınları?
Mezarlık. Hava güneşli. Tabuttan çıkaracaklar birazdan. Üşüme diye güneş ısıtıyor toprağı. Kefeni açıp yüzüne son kez bakmak istiyoruz. Yüksek tansiyondan dolayı kanayan burnun, yine kanamıştı. Kanadım baba! Yapılan ritüelin hiçbir aşamasına katılmadım. Toprak atmadım. Tüm köy ayıpladı beni. Ama ben seni gömemezdim ki?
Bir gün, o kaçınılmaz an geldiğinde aynı mezarı paylaşacağız. O zaman anlatırım sana tüm bunları.
Burada mektubuma son verirken, selam eder ellerinden öperim.
Babalar Günün Kutlu Olsun.
Oğlun…
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI
indigobayram@gmail.com