Bir arayış içindeyim. Neyi arıyorum? Cenneti mi? Kendimi mi? Ye, iç, yat, çalış, çabala da nereye kadar? Elde var sıfır! Söylene söylene televizyonu açtım. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin yaşamı anlatılıyor, çok severim belgeselleri. Sekiz yüz yıl geçmiş hala ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Tamam, geleyim sana da ben sendeysem eğer, kendimde olamam ki! Nasıl kendim olup kendimi bileceğim?
Uzandım kanepeye, başımın altına bir yastık koydum. Spikeri dinlerken bir yandan da göz kapaklarımı açık tutmaya çalışıyorum:
-Ne geçmiş var, ne gelecek. Hepimiz yekpare bir anın parçalanmaz akışındayız, dedi.
Tüm dertlerimi unutayım mı? Peki, geçmişimi unutayım. Yaptığım hataları unutayım ama, nasıl? O hatalar beni bugüne taşıdı. Ayrıca hatasız insan olmaz.
-Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni. Kaybettim ben kendimi. Ne olur bul beni. Buldur beni bana e mi? diye devam ediyor.
İşte, ben de kendimi böyle avutuyorum. Peki, ama ya gelecek? Her insan geleceğini bilmek ister, değil mi? Hatta kaderi üzerinde hâkim olmak ister, arzuları gerçekleşsin ister. “İnsan neyle yaşar?” diye soruyor Tolstoy. O ki hayatını hakikati aramakla geçirmiş. Sonunda ona yaklaşabilmek için yaşadığı refah dolu hayattan tamamen vazgeçip yoksul halkın arasına karışmış. Herkes bir arayış içinde… Neden dünyadayım? Kafam o kadar karışık ki! Ne işimiz var burada? Göz kapaklarımın aşağıya düşmesine direnemeye çalışıyorum. Uyku meleğim geldi… Bir perde indi gözlerime, siyahın en siyah tonunda kapandı görüş alanım her şey kapkara bir karanlığa gömüldü.
Bir ses duydum. Ben miyim konuşan? Yo yo biri var gözlerimin önünde. Baktım; beyaz sarıklı, yeşil cüppeli bir Mevlevi. “Kayboldum ben. Neredeyim bilmiyorum!” diyerek bir semazen gibi dönüp duruyor.
İlahi dünyanın kapılarını açmaya muktedir olan tasavvuf musikisi eşliğinde gözleri kapalı olarak sema ediyor. Allah’a yakın olma düşüncesiyle kalbinin etrafında dönerken, dünyanın etrafında da dönüyor. Evreni sarıp sarmalarken mikrodan makroya genişliyor. Kollarının çapraz tutması Allah’ın tek olduğunu gösteriyor. Başı sağa doğru eğik gibi. Evet araştırdım, yirmi-yirmi beş derece civarı eğikmiş. Bu görünümle Elif harfini yani, Arapça A harfi ve BİR’e benziyor. Sol eli yukarı, diğer eli aşağı dönük. Bu hareketiyle Hakk’tan alıp halka dağıttığını ima ediyor. Sol ayağı birliğin sembolü olan ayân-ı sâbitede dururken, madde alemini temsil eden sağ ayağı üç yüz altmış derece dönüyor.
Belirli bir top kumaştan farklı elbiseler vücuda gelmiş… Bu elbiselerin hepsi insan. Ah anladım! Hepimiz Bir’iz, çünkü aynı kumaştan meydana geldik. “Yetmiş iki milleti bir görmeyen bizden değildir,” demiş Aşık Yunus. Farklılık şekillerden, renklerden ve tercihlerden ileri gelmekte.
Dünyada yaşamış, fukara bir yaşamı da yokmuş hani. Dergah’ın kapısını herkese açmış, insanlar arasında hiç ayrım yapmadan herkese “Gel! Kim olursan ol, gel!” demiş. Dergahta herkes ona gelir el, etek öpermiş. Sonra ölüp göçmüş… Öldü dediysem de her sene 7-17 Aralık’ta ölüm gecesi olan Şeb-i Arus’da doğum gününü kutlanıyor. Gözlerim kapalı, onu dinliyorum:
-Tufan olacak dendi bana.
Ürperdim. Korkmuş ve insanları kurtarmak için kolları sıvamış. Yerle gök birbirine girmeden herkese “Gel!” demiş.
– Gemi dünyaydı ve bu gemi hepimizi taşıyacaktı.
Yeter ki birlik olun, denmiş. Gemi dünya mı demekti? Şaşırmıştım, sonsuz sırdı sembollerin dili ve hepsi ne kadar da derin anlamlara sahipti.
– İnsanlar hala Cudi Dağı’nda bir gemi arıyorlar, dedi.
Tekrar ve tekrar “Gel!” demiş herkese. “Kim olursan ol gel!,” demiş ama herkesi toplayamamış. Gelenler olmuş, inanmayıp gelmeyenler de olmuş. Bunun üzerine dünya ikiye bölünmüş. İşte bunun sonucunda Tufan olmuş. “Hangi Tufan, nerede oldu bu Tufan?” derseniz, söyleyeyim; bir dağda değil, Tufan onun yüreğinde olmuş. Dünya insanlarını bir çatı altında toplayamadığı için başı eğilmiş. Keder içinde zamanı gelince ölmüş ve göçmüş.
Başka bir planette, başka bir bedende, başka bir yaşamı varmış ama mutlu değilmiş orada. “Ölüm buymuş!” diyerek bekliyormuş. Neyi beklediğini bilmeden asırlardır bir üzüm salkımı gibi asılı olduğu o planette bekliyormuş.
-Dünyada hep aramıştım. Ölünce bulurum sanmıştım ama hala arıyorum, dedi.
-Amaan, kim buldu da sen bulacaksın? dedim ona rüyamda.
Sonra değişik bir şey olmuş. Evrenlerin sessizliğinde aniden bir ses çın çın ötmeye başlamış.
– İşte parlak bir gün! Büyük Gün bugün, dedi.
Borunun sesi evrenlerin sessizliğini yırtarak tüm zamanlardan akıp geçiyordu. Bakmış, Lady Gaia’nın turkuaz renkli bakışlarıyla ona göz kırptığını görmüş. Bakmış, bu sesle cennet ırmakları her ana altın tınıyla akıyorlarmış… Umutlanmış o da. Bu bir çağrı diye düşünerek bu sese katılmaya karar vermiş.
-Beni YUVA’ya çağıran o sesi bildim. Altın bir yol üzerindeydim.
-Yolun başı, sonu nereye çıkıyor? Diye sormuş şaşkın şaşkın.
-Dünyaya, denmiş.
-Ama ben orada yaşadım öldüm. Niye tekrar dünyaya döneyim ki? diyerek önüne açılan yolu sorgulamış.
-Geleceği yaratmak için önce geçmişle kucaklaşman gerek, denmiş ona.
Meğer atalarımızla kucaklaşıp ayrılığı kaldırmamız gerekiyormuş. Hepimiz birlik oluştan itibaren yarınların kodlanmasına geçilecekmiş. Bunun için herkesin dünyaya geri geçişi yapılıyormuş.
-‘Vakit tam’ dendiğinde size geçişimi yaptım, dedi.
Bir anda yattığım yerden fırladım. Uyanmıştım.
-Ne geçmişe bak üzül, ne de geleceğe bak tasalan, televizyondaki spiker konuşmaya devam ediyordu.
Benim bir şeyler yapmam gerekiyordu. “Vakit tam!” denmişti.
Bir grup arkadaş, çarşamba akşamları sanal ortamda bilgi paylaşımı yapmaya karar verdik. Kimseye “Bize gel!” demedik, çünkü gelen kendisine gelecekti. Herkes kendi sesiyle, kendi nesillerini dilleyecekti. Bu çalışmada, bilgilerimiz küçük birer dere gibi birleşecek ve bir nehir oluşacaktı. Bu bir teklik’ti. İşte bu bilgi yağışı dünya toprağına olacak, her insan altın ışık yağmurlarıyla yıkanacaktı. “Ya kimse gelmezse ne olur” diye sorgulayanlar oldu. Oysa biz herkes olarak bu çalışmayı başlatmıştık. Biz “Gel! Kim olursan ol gel ama kendine gel! Kendini bil!” düsturu ile bilgi paylaşımı yapıyorduk.
Bugün, bu tarz çalışmalar neticesi büyük köklerin dünyaya çekilişi gerçekleşiyor. Geçiş, dünyaya geri geliş. Bu öyküyü okuyarak BİZ’le birleşen her diri, geri dönüşü sağlayacak yolu yapmak üzere bu yazıya kaynak oluyor.
Evet, siz kıymetli okuyucum boşuna burada değilsiniz! Hep beraber ölüleri diriltiyoruz.
Geçmişini hak etmeyen geleceğini yaratamaz ki!
Herkes bir geçiş kapısı olarak öz görev taşıyor dünyada. Büyük köklerin dünyaya çekilişi hepimizle gerçekleşiyor. Artık “Neden dünyadayım?” diye sorgulamalar bitti. Huzurlu bir dönem başlıyor.
“Bir cennet yaratılacaksa bu cennet herkesle yaratılır,” demiştik. İşte dünya cennet bir planete dönüşüyor. İşte mutluluk bu. İş bu.
Gelecek, geçmişin yankılarıyla şekillenir… Bizler, zamanın döngüsünde bir yolculuğa çıktık ve geçmişteki izlerin geleceği nasıl etkilediğini keşfediyoruz. Bu yolculukta, unutuyor, hatırlıyor, hata yapıyor, vaz geçiyor, tekrar başlıyor, dağılıyor, toparlanıyor, ölüyor ve doğuyor. Bitmeyecek gibi gelen döngü içinde dolanıp duruyoruz. Döngü kendi içinde yorulmuyor ama maruz kalan bizler epeyce yoruluyoruz. Kendimizi tereyağından kıl çeker gibi çekip alacağımız bir yarın mümkün! Vakitlice uyanmak gerek sadece. Kalemine sağlık Bahar