Hayat amacımız, kendimizi gerçekleştirmek üzerine kurulu bir yığın yaşanmışlığı bize dayatıyor. Çocukluğumuzdan itibaren “iyi” olmak adına ve “sevilmek” uğruna çok sayıda karakteristik özelliğimizden feragat ediyoruz. Önce anne ve babanın ilgisini çekmek, sonra arkadaşlarla kaynaşmak, çevre edinmek ve dost olmak adına, bukalemun gibi renk, dil, davranış ve kahkahalarımızı değiştirerek ve dönüştürerek yaşama adım atıyoruz.
Kahkahadan vazgeçmek!
Tarihimiz bize gülmenin hele ki yüksek sesle gülmenin ayıp olduğunu öğretti. Kadın yüksek sesle güldüğünde “hafif” erkek yüksek sesle güldüğünde “karı gibi” oluyor diye gülmek kendisini gülümsemeye ya da tebessüme bıraktı.
Şımaramamak!
İçimizde taşan muzır çocuğun her hareketi kontrol ve denetim altında olunca, baskılanmış tüm sevinçlerimiz, hayallerimiz ve düşlerimiz günün sonunda büyümüş acıları çoğaltıyor hayatımızda. Çocukluğumuza kazınan bu terbiyeli olma kriterini kim nasıl yorumladıysa hep birlikte çocuk olmadan genç, genç olmadan yaşlı olduk çıktık. Oysa bir çocuğun, gencin, yaşlının daha doğrusu insanın en büyük hakkıdır, şımarmak eylemi.
Konuşamamak!
Bazen bir konuda çok iyi düşüncelere sahip olduğunu düşünürsün ve o düşünceleri kelimelere döker verirsin karşındaki kişiye, sonra “adam olmuş”, “büyümüş”, “laf yetiştiriyor”, “sen daha küçüksün”, “sus” ve uzayıp giden bir liste ile konuşmak da bizi engelleyen bir insani davranış halini alıyor.
Buna benzer çok sayıda örnek verebiliriz. Örnekler yaşantımızın gerçekliğini oluşturmayacak fakat yaşadıklarımız konusunda bize fikir vermesi açısından da ortaya dökülmesi gerekiyor diye düşündüm. Tüm bu yok sayılan ve şekillendirilen BEN’liğimiz günün sonunda, annem anlasın, babam anlasın, öğretmenim anlasın, arkadaşlarım anlasın ve dostlarım anlasın ile şekillenip, anlatmak istediğimizi bırakıp, anlamalarını istediğimiz şeyleri dile getirmeye başlıyoruz. Yanlış anlaşılma, kırma, gücendirme, azarlanma kaygıları ile büyüyen çocuk hallerimiz, büyüdüğünde bütün bu deneyimlerden kendisine ördüğü cam fanusun içinde varlığını sürdürmeye devam ediyor. O varlık bir müddet sonra, giydiği kıyafetten saç kesimine, saçlarının renginden esprisinin içeriğine, kıyafetinin renk tonlarından mesleğine, okuduğu okuldan yaşadığı mahalleye kadar binlerce kriter arasından bir BEN ortaya çıkartıp, sevgi toplayıcısı, kabullendirme budalası, karakter dilencisi oluyor.
Kemikleşmiş bilgiler ile büyüyen ve dayatılmış öğretileri kendi gerçekliği sanan insan, günün sonunda ilk özgür olduğunu sandığı yerde, ilk kendisini anladığını düşündüğü kişide, ilk kahkahalarını serbest bıraktığı coğrafyada kendisini bulduğunu sandığı şeye ait hissediyor. Ortaya özgür olduğunu sanan bir başka hal daha çıkıyor o da farkındalığın tutsaklığı…