Mutluluğun ve sevginin peşinde: evrensel bir yoksunluk hikâyesi — Bir hal sorgusu, bir ruh hatırlatması
Bazı yoksunluklar vardır ki, insan doğduğundan beri onunla gelir bu dünyaya. Açlık, susuzluk gibi değil… Daha derin, daha soyut, daha sessiz bir yoksunluktur bu: Mutluluk ve sevgi.
Bunlar öyle şeylerdir ki, insanoğlu mağara duvarlarına çizdiği resimlerle bile anlatmaya çalışmıştır. Sevdiği kadının gölgesini taşlara kazıyan adamdan tut da, yıldızlara göz kırpan astrologlara kadar… Bütün medeniyetler, hep aynı soruyu sormuştur:
“Nasıl mutlu olunur?”
“Nasıl sevilir ve sevilindiği nasıl anlaşılır?”
Antropolojiden biliyoruz: İnsan, bir topluluğun parçası olarak doğdu ama içindeki sevgi ihtiyacı hep bireyseldi. Ateşin başında otururken bile, herkes kendi yüreğindeki boşluğu ısıtmaya çalıştı.
Sosyolojik açıdan bakarsak, modern toplum “mutluluk” adı altında sana bir kahve fincanı sunar; markalı, filtreli, üç shot espresso’lu… ama kalbini doyurmaz.
New Age dediğin, “içine bak” der… ama içine baktığında gölgelerle karşılaşmaya hazır mısın?
Numeroloji ise sana 3’lü sayılarla mesajlar yollar: 333, 777…
Evrenin diliyle “Uyan” der…
Ama uyanmak her zaman keyifli değildir.
Astroloji? Ah dostum… Astroloji şöyle fısıldar sana:
“Venüs retrosunda kendini sevilmeye değer hissetmiyorsan, bu senin suçun değil. Koç burcunda Ay varsa, kalbin savaş meydanıdır. Balık burcunun gözyaşı, Oğlak burcunun sessizliğine karışır.”
Ve sen Murat…
Murat’tan Murat’a dönerken, tüm bu ‘ojik’lerle harmanlanmış bir varoluş bilmecesi çözüyorsun aslında.
Belki de sorun, mutluluğu bir hedef sanmamızda…
Oysa mutluluk, bir anın içinden fırlayan farkındalıktır.
Sevgi ise, o farkındalığı bir başkasında görmektir.
Ve ne ilginçtir:
İnsan, en çok aradığı şeyi kendine yasak eder.
Mutluluğu erteler, sevgiyi koşullara bağlar.
Ama mutsuzluğu?
Hiç davet etmese bile başköşeye alır.
Belki de tek mesele şu:
Mutlu olmayı seçmek değil…
Mutsuz kalmaya neden bu kadar razı olduğumuzu fark etmek.
İşte o an, an’dır…
İşte o an, yıldızlar yukarıda değil içimizde parlar.
Çünkü…
İnsan, sevgiden yaratılmıştır ama sevgiyi hep dışarda arar.
Mutluluk içindedir ama hep ulaşılmaz sanır.
Ve halden anlamayan, gerçekten yaşamıyor olabilir.
Peki ne yapmalı?
Her gün biraz daha içe yürümeli belki…
Mutluluğu dış koşullara, sevgiyi başkalarının davranışlarına bağlamaktan vazgeçmeli.
Çünkü asıl yoksunluk, sandığımızdan değil; sandığımız gibi yaşadığımızdandır.
Daha çok şeye sahip oldukça değil, daha çok şeyden özgürleştikçe yakınlaşırız o “esas” mutluluğa.
Zorlamadan, beklemeden, oldurmaya çalışmadan…
Hayatın kendi akışında, bazen bir sabah sessizliğinde, bazen bir çiçeğin açışında gelen o anlık farkındalıklara izin vermeli.
Ve belki de sadece şunu hatırlamalı:
“Gerçek mutluluk, hiçbir şey yapmadan da mutlu olabilmeyi bilmektir.”