Uyandım diyen ile uyuyan da aynı akıbete sahipse; yol, yolculuk, yeniden doğum, aydınlanma, arayış ve daha birçok kavram ve tanım gerçekten gerekli mi diye soruyor insan? Herkes bir düşün içinden düşüyor dünyaya… İki düş/ü arasında geçiyor ömür dediği şey. Düş’ünden düşmek gibi bir yolculuk içerisinde yolunu bulmaya çalışıyor. Yol yokken bunu nasıl mümkün kılacak ki? Nihayetinde bugüne kadar deneyimlenen tüm yolculuklarda fark edilen şu oluyor, yolun sonunda bir şey yok, tüm hikaye yolculuğun kendisinde. Simurg’un hikayesi gibi bir ömrün içindeyiz velhasıl.
Gücü olanın daha görkemli yollarla ulaşmaya çalıştığı, olmayanın ise yangınlardan mal kaçırırcasına ilerlediği mutluluğun ve hayatın anlamının olduğu o yer, aslında hiçbir yerde yok. Özür dilerim, her yer orası aslında… Hiçbir yer yokken her yerin varılacak yer olması da ne büyük tezat değil mi? Senin kendini kaybettiğin yerde bir başkası kendisini çok kolay bulabiliyor. Aynı evden bir alim ve bir zalimin çıkma ihtimali kadar da net bir gerçeklik bu hal.
Araya tanrılar giriyor yol çizerken… Tanrıların bir yol çizdiği yok aslında, onların hükmü olduğunu iddia ettikleri yüzbinlerce öğretiyi topluma dayatan ve nihai özgürlüğü vaat eden ruhban sınıfının çizdiği yollar var. Hepsinin birleştiği tek bir yer var o da “kendini terk et ve tanrın açığa çıksın.”, sen kendini terk edersen onların istediği şeyi daha kolay olabiliyorsun. Zaten sen onlar için sadece yolun iz bırakacak kadar geniş ve kalıcı olması için gereken bir yol sürücüsüsün. Yol yapıcı demek daha doğru olur çünkü her yolcu bir iz bırakarak ilerler ve geride onun takipçileri de aynı patikayı kullanmak ister… Keşfedilmiş bir yol varken yenisini yapmaya da gerek yoktur zaten! Bu da ermişliğin kestirme yollarını ortaya çıkartıyor. Tüm mesele de bu değil miydi insan ömründe? Bana sihirli değnek ile dokun, ermiş olayım, bütün bilgelikler bana yüklensin, bir anda tüm alemlerin sırrına ereyim. Oh ne ala!
Uyanmak isteyenler ya da arayışta olanların tek başvuru kaynağı ruhban sınıfı olmuyor tabi… Araya diğer öğretilerin “spiritüel egoist ruhbanları”nı da eklemek gerekiyor. Spiritüel ruhbanların yolunda din yok gibi görünse de işleyiş ve yolculuğun kendisi ve kast sistemi birebir birbirine benziyor. Onların da arzusu kendini terk etmen yönünde. Yahu madem kendimizi terk edecektik niye çıktık bu yola diye soruyor, yolcular. “Kendini terk edersen, kendin açığa çıkar” diye devam ediyor, ustalar. Aslında birazcık haklılık payları var, kendini sevmediğin ya da değerli olduğunu fark etmediğin için arayışta olduğunu biliyor onlar. Kendini terk etmeni değil de kendinle kavuşmanın en doğru yol olduğunu söyleyen üstatlar da var onlar bu yazının konusunda yer almıyorlar. Ne diyorduk, “yolcunun düşünde, yolun sonu mutluluktur.” Çünkü yolcunun nihai arzusu da budur. Sonsuz mutluluğa ermek. Bu yalanı da nereden duyduysa demeyeceğim çünkü bir önceki paragraftaki ruhban sınıfındaki zatlar, tüm insanlığa ölürlerse mutlak ve sonsuz mutluluğa erişeceklerini anlatıp durmuşlar ve insanlığı buna inandırmışlar da… Yerseniz diyeceğim ama sekiz milyar insanın büyük çoğunluğu yemiş gibi bir arayışta ve yolculukta… Başarmışlar sanki, ne dersiniz?
Ne diyorduk biz, nereye geldik? İnsanlığa kendisi olmayı unutturdukları bir sistem binlerce yıldır inşa ediliyor diyeceğim ama insanlık hiçbir zaman bütün hayatının sorumluluğunu alıp kendi yolunda ilerlemedi ki. Hep bir lider, bir önder, bir şifacı, bir büyücü, bir kahin, bir koruyucu arayıp durdu. Bunlar yoksa bile zorla ortaya çıkarttı. Çünkü en büyük korkusu kaybolmaktı ve hayatın içinde savrulmaktı. Bu yüzden hep daha güçlü, daha büyük, daha korkusuz, daha bilge birini aradı durdu. Yoksa da yarattı. Bu kimi zaman bir dağ oldu, kimi zaman bir ağaç, kimi zaman güneş kimi zaman da ay ve yıldızlar. İnsan yaratmaktan vazgeçmedi çünkü korkmamayı öğrenemedi bir türlü.
Tarih kitapları neden komutanları ve imparatorları güçlü ve kudretli gösterir biliyor musunuz? Çünkü insanların o güç altında güvende olduklarını hissetmeye ihtiyaçları var. Daha da önemlisi, gelecekte öne sürülen her dava için uğruna ölecek insan çoğaltmaları da gerekiyor. Bunu da kralın/devletin/bayrağın/dinin koruması ile sürdürülebilir olduğuna ikna etmek için korkuyu önceliklendiriyorlar. Günümüzde olan ile 2-3 bin yıl önce olan arasında teknik olarak hiçbir fark yok, sadece yöntemler ve silahlar değişti. Korku aynı, duygu aynı, çark aynı ve haliyle teslimiyette aynı…
Teslimiyet… Sihirli kelimelerden biri de bu… Teslim ol, hoca/üstat/keşiş seni değiştirsin ve dönüştürsün. Ben bu teslimiyetin farklı yorumlarına oldum olası muhalif olmuşumdur. Birey olma ve benliğimi inşa etme döneminde kendi gerçekliği ile nerede olduğuna dair bir fikrimin olmadığı kişiye neden teslim edeyim varlığımı. Yol demiştik ya, yüzlerce hatta binlerce öğreti ustası var hepsinin de tek arzusu sizin teslim olup onun istediği yolda yürümeniz. Mutlak özgürlük ya da mutluluk böyle gelecekmiş gibi gösteriliyor fakat bana göre bu böyle değil. Benim algımdaki tek teslimiyet neye biliyor musunuz? Bir karar aldım ve yola çıktım, hedeflediğim şey oldu ya da olmadı, oradaki sonuca teslim olurum ben. Çünkü ne keşkelerin ne ahların ne de yapmasamıydımların burada bir anlamı yoktur. Her şey bitmiştir, sonuç öyle ya da böyle ortada ve orada duruyordur, işte ben o sonuca teslim olurum. Onu dönüştürme gücümü burada teslim olarak kullanırım ki bana göre en doğrusu da budur. Diğer türlü tüm teslimiyetler, bir fikrin, ideolojinin, inancın ya da kişinin kölesi olmanızı sağlıyor.
Tüm insanlık asırlardır, firavunların, kralların, derebeylerin, padişahların, ruhban sınıflarının ve güç odaklarının himayesinde yok sayılıp kul ve köle olarak kullanıldı ve insanın özü hakikatini ve gerçekliğini bu sanarak yaşamaya devam etti. Başka şansı da yoktu gerçi ya ölüm vardı ya da mahpus… Ya pranga vardı ya da zincir. Ya yakılmak vardı ya da giyotinle öldürülmek. Siz şimdi bir yola çıkarken, mutlak özgürlüğün size krallar sofrasında ve altın tabaklar içinde sunulacağını mı düşünüyorsunuz. Siz dönüşümünüzün, mavi ve kırmızı haplarla mümkün olacağına mı inanıyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz, kendi yaşamınızın muhasebesini yapmadan çıktığınız tüm yollarda mutlak acılar sizi karşılayacak, mutlak hüzünler ruhunuzu saracak, mutlak korkular bedeninizi ele geçirecek ama siz bunları zaten yüzlerce hatta binlerce yıldır yaşıyorsunuz zaten. Bu yüzden, “korkunun ecele faydası yok” sözünü hayatınızın şiarı yapın. Mutlak özgürlüğü, sevgi, teslimiyeti kendinizi görünce çok net tadacak ve hissedeceksiniz.
Son söz…
Düş’te olan tüm varlığın içindedir zaten, düş görmeye devam edin. Belki bir gün çok uzak bir zaman diliminde ya da hemen şu an uyanıp aydınlanabilirsiniz ya da aydınlanıp düşte kalmaya devam edebilirsiniz. Seçim ve yol sizin… Her şey önünüze serilmiş vaziyette sadece korkularınızı, kaygılarınızı, zihninizin vesveselerini, toplumun ve ailenizin sizlere ördüğü kimlikleri ve kalıpları fark edin ve terk edin, mutlak gerçeklik tam orada, aynada size yansıyor, gülümseyerek. Dokun, sev, hisset, anla, takdir et ve teşekkürle sarıl o güzel varlığına. Çık yola ya da yoldan çık dön kendine. Kapat ışıkları, aç ışığını hem sen hem de dünya aydınlansın artık… Sev… Sevgiyi fark et… Sevgiyi çoğalt… Teslim olma, isyan et ve avazın çıktığı kadar bağır, “kral çıplak”…
Anlatmışsın yine döktüre döktüre ve tam isabetle. Yüreğimden tebrik ediyorum. Kendini bilmek ne kısa iki kelime içine girince senin yazınla tam oluyor. Yüreğine emeğine kalemine sağlık Murat.
Kişinin her adımda kendi kalbiyle hesaplaşıp doğrusuyla yanlışıyla sorumluluk alabilmesi kimsenin himayesinde olmadan kendi kararları ve iç sesiyle yaşaması, rehberliğe ihtiyaç duymadan kendi pusulasının cebinde olduğunun farkına varması gerekiyor her alanda. Bunu da hatırlaması düşünden uyanması da gerekiyor. Unutma perdesi dedikleri hayali varsayımın bir an önce kolektif olarak kalkması dileğiyle.
Unutma perdesi değil de “Unutturma Eylemlerinin” sona ermesini istemek daha mantıklı olacak. Toplumsal yapılar, bilgiyi yüklerken insanın hakikatini silip atıyor ve yerine kendi dayatmacı öğretilerini yüklüyor. Bunun kalkması için mümkün olan şeyleri insanlara anlatmak gerekiyor sanırım. Yorumun için teşekkürler Aynur