Hayvanları koruma cemiyetinin Bodrum şubesinden içeri hışımla girdim. Elimde, korkunç bir cinayete kurban giden kazımdan artakalan birkaç tüy vardı. Son kerte şizofrenik bir biçimde kendim ve kazımla bütünleşmişti düşüncelerim. Kazımdan da vazgeçersem katatoniye girebilirim diye korkudan sabahın köründe yollara koyulmuştum. Ne seçim sandıklarından çıkan homurtular, ne de meclisteki yumruk krizi umurumdaydı. Sonuçta hepsinin arkasında kaz katilleri de olabilir.
Kim, neden öldürmüştü kazımı… Yemiş miydi? Nasıl yemişti? Kaç kişiydiler bu cinayeti işlerken. Düşük frekanslı etoburlar. Sansargil suratlılar. Yanında bir-üç yetmişlik de götürmüşlerdir. Burası Bodrum. Koskoca kaz. Tüylerini de evin kapısına asmışlar. Bu kaçıncı hayvan katliamı evimin bahçesinde… Üç köpek, iki kedi, bir kaplumbağa ve semenderden sonra bu kaz olayı artık çok oluyordu. Tabii Japon ve çöpçü balıklarıyla dört lepistes cenerasyonunun ecelleriyle öldüklerini yutarsak… (İlk başta balıklar ölmüştü. Nedenini anlayamamıştım. Sadece sularının renginin normalden fazla mavi olduğunu hatırlıyorum… Belki de bu ayrıntıdan yola çıkarak düşünecek olsaydım, evime rahatlıkla girip çıkan biri tarafından oyuna getirildiğimi anlardım. Ancak bu düşünce biçimi bana biraz paranoyakça gelmişti!)..
Hayvanları koruma cemiyetinin sakinleri artık beni tanımışlardı. Şikayetlerime alışmış bir görüntü sergileyerek yerinden doğruldu bayan Koruyucu. Radyoda “kız seni yerler yerler, seni ham yapar bu zilliler” gibi bir şarkı çalıyordu ki Bayan Koruyucu sanırım yüzümün katmerli gökkuşağına dönüşen renginden de etkilenerek radyoyu kapattı. Gülümsedi bana. Benimse gülümsememe imkan ve ihtimal yoktu ama her nasılsa, birden bire elimdeki kaz tüylerini sallayarak horon tepmeye ve kahkahalarla gülmeye başladım. “Bu şarkıyı duyunca, televizyonda yayınlanan yamyam reklamındaki, bebeğinin poposunu ısırmamak için kendini zor tutan kadın geldi aklıma!” diye bağırdım aynı zamanda. İki gündür başlatıp da bitiremediğim ağlayamama krizinden ötürü sinirlerim boşalmıştı.
BK yani Bayan Koruyucu şaşkınlık içinde beni izliyordu. Onun eline de kaz tüyleri tutuşturdum. Tüyleri kuşkusuz beni kırıldığımdan daha fazla kırmamak için iğreti bir tavırla aldı. O an sol elinin başparmağında takılı olan sıra dışı yüzüğü fark ettim. Bu yüzük, ASYSO, Astral Seyahat Yolunda Satranç Oynayanlar Kulübünün dereceye girenlere verdiği bir armağandı. Uzun zamandır takmayı unutuyordum. Kolay kolay verilen bir armağan değildir bu. Hammaddesi, değeri henüz faniler tarafından tümüyle anlaşılamamış bir taş olan bu yüzüklerin iletişim özellikleri çok güçlüdür. Bayan koruyucunun başparmağındaki de işte bu değerli taştan, Kuarstan yontularak yapılmış bir Kristal Vezirdi. Aslında, kazanılması en kolay olanlardan biri. Yeni bir oyuncu olmalı. Benimse evde iki piyon (bir siyah erkek ve bir beyaz dişi), bir siyah erkek at ve bir beyaz dişi kaleden oluşan kuars kristalinden dört yüzüğüm vardı. Horon tepmeyi bir anda bırakıp, nihayet saatler sonra gerçek bir melek gibi gülümsedim ona. “Yine aynı şey oldu” dedim… Anlıyordu. Üzgündü. Daha öteki failler bulunamamıştı ki… İyi bakılmadığı için cemiyet tarafından sahiplerinden alınan hayvanlar bölümünden bir Deniz atı alıp eve yollandım… Adının Gülnihal olduğunu daha sonra öğreneceğim bayan koruyucuyu da sıkı sıkı kucaklayıp öptükten sonra tabii. Yüzüğünü görmeseydim, kendi yüzüklerimi anımsamayacaktım. Oysa onların varlığı birçok konuyu çözmeme yardımcı olabilir. Yine bir Gülnihal, aldı şu gönlümü… Ona “yeniden görüşmek üzere” dedim.
Eve dönerken posta kulübesine baktım. Bir “paket haber kağıdı” ve Amerikalı yazar dostum Paul Pauler’den mektup vardı. Paul pek sık mektup yazmaz. Genellikle astral yolculuklarda buluşup, edebiyat söyleşileri yaparız. Son konuşmamızda onu düşlerimi öykülendirmekle suçladığımdan beri haber alamamıştım kendisinden. Kuşkusuz biraz kırıcı bir konuşmaydı. Mektup buna bir yanıt olabilir. (Onunla henüz satranç da oynamadık.)
Paket İstanbul’danmış… Kazımın tüylerinin asılı olduğu koca beton çivisi hala duruyordu kapıda… Dursun bakalım… Dur bakalım. Seni de sökecek bir çivi bulurum ben. Ev bakla oda nohut sofa-mutfak. İçerisi bencileyin dolu. Yaşanmışlıkların enerjisiyle kaplı ve yaşanacaklara gebe. Telefon bağlanabilmesi olayı henüz yeni sayılır. Ancak hızlı bir “alo” trafiği de başlamış bulunuyor. Yine ben yokken aranmışım. “Mademki ben yokum, öyleyse siz varolun ve not bırakın” notuma karşılık biri şunları söylememiş de tükürmüş sanki.
Telesekreterdeki mekanik erkek sesinin bıraktığı not tüyler ürpertici. “Bir daha kaz numarasıyla uzaylı teröristleri evinde barındırma. Kafan ne yazık ki bir Angut! kadar çalışıyor. Saf ve beyaz kalabilmeyi başarmış bir beyin ve tertemiz dolu bir deftere benzeyen aklın var. Bir dişi olduğun halde beyninin erkek yarı küresi fazla gelişmiş. Seni gidi melek kılıklı dişi şeytan”… Telesekreteri hemen durdurdum. Daha fazla dinleyemedim, belki sonra… Şu an daha fazlasını dinleyip de mental enerjimi boşa harcamak istemiyorum.
Telefon sapıkları son zamanlarda işi iyice azıtmışlardı ama bu seferki farklıydı. Bu sesi bir an tanırmış duygusuna kapıldımsa da birkaç kez dinledikten sonra frekansımda daha önce hiç titreşmemiş olduğu kanaatına vardım. Hemen oldukça yüksek bir frekansı olan ancak tekamülünü sürekli bile isteye erteleyen köylü dostum Kızan’ı aradım. Eh, en az benim kadar delidir o da. Her zaman olduğu gibi “Taze akıl devşirmeye” gitti şifresiyle yanıtlandım. Deli kız Kızan yine defter toplamaya gitmişti. Beni bile şaşırtacak şeyler yapmayı başarabilen ender kişiliklerdendi. Beni bile diyorum, çünkü yaşadığım bunca olağanüstü gerçeklerden sonra artık beynimin şaşırma lopları büzülmüştü. Ama o, yani Kızan, büzülen loplarımı yeniden kıpırdatmayı başarır ara sıra da olsa. Kocasını bana ikram ettiğinde (hatta kendisini de bu ikrama tatlı olarak katmıştı) bu ikramı geri çevirmeme çok içerlemişti. Bu tür ikramlarla boğazıma kadar bıkkınlık içinde olduğumu, “hayal gibi bir aşk” aradığımı anlattığımda ise beni “marjinal bakirelikle suçlamıştı!…” (Bu türden sıradışı tanımlamalara alışkınım aslında. Bir ressam-müzisyen arkadaşım da benim “gizli feminist” olduğumu ileri sürmüştü. Ha.ha. ah. GFA! Gizli feminist ajan!”) Ona göre ben “saflık, temizlik, ilkelilik, bilgelik, etik” gibi sıradan kavramlarda tutsak bir köleydim ve özgürlük için uçarak göçtüğüm köylerde göçebe bir edebiyatı kovalıyor olmam bir “Hamhayaldi”!
Kızan’ı tanıdığımdan bu yana Akademi’de “Köylüler İçin Felsefe Dersleri” konulu bir bölüm açılması üzerine gerekli çalışmaları başlatmış bulunuyorum. Köy – kent gerçeküstücülüğünün tipik bir örneği olarak onu beynimin gri bağrına basmaktan başka ne yapabilirdim ki… Üstelik benim için yaptıkları yabana atılır cinsten değildi. Öyle defterler bulup getiriyordu ki. Yazmaya başladığım yeni kitabım için çok değerli malzemelerdi bunlar. Etik açıdan zaman zaman suçluluk duyduğum oluyordu gerçi ama ne yapalım, benim de en büyük günahım bu olsun.. bu yalan dünyada. Hem ben, yararlı bir sonuç uğruna yapıyorum bu hırsızlığı. Defter ajanlarından önce davranıp onları ele geçiriyor ve tümüyle yok edilmelerinden önce değerlendirmiş oluyorum. Sanırım çok daha sonra bütün defter sahipleri gösterdiğim bu olağanüstü çalışmamdan dolayı bana teşekkür bile edeceklerdir. Üstelik işim bitince geri göndereceğim defterleri. Böylece defter ajanları hiçbir şeyden kuşku duymayacaklar. İddiasız ve hırssızca kazanılmış bir zafer. O da apayrı bir serüven ya!
Çalışabilecek yoğunluğa ulaşamayacak olduğuma göre, hiç olmazsa biraz okuyarak boşalayım bari. Kızan’ın geçen hafta bana getirdiği deri üzerine ebru baskısı kaplı defteri bahçede sakladığım yerden çıkartıp yazının başladığı ikinci sayfadan okumaya koyuldum. Yazı hiçbir karakteristiğe uymayacak kadar değişkendi. Dik, eğik, sola yatık, sağa yatık, müzikal, sanatçımsı vs.. Metin oldukça yalın bir dille, koyu yeşil bir mürekkeple yazılmıştı…
8 Ağustos 1999. Erkeğimin bedeni Ölüm ve oğlumun ruhi yeniden doğum yıldönümü.
“İnanmıyorum. Her şey, her şey sahte. Sahte samimiyet en büyük hakaret. Her şeye rağmen bana kötülük yapanlara karşı kökten bir nefret oluşturamıyorum, oluşturamadım içimde. Hatta sevgi yöneltme tercihim ağar bastı ilahi adalet terazimde. Aslında bu benim genel tavrım, ya da tavırsızlığım. Hiç kimseye kökten bir nefret oluşturmamak. Hatta böyle bir nefret oluşumuna karşı kendimi nefretten korumak. Bu bir içgüdü. Zenginlere çok acıyorum. Ne çok dertleri var. Ne çok korkuları. Kaybetmek korkusu… Yoksulluk korkusu. Yoksunluk korkusu yok sadece, çünkü umurlarında değil öyle bir duyarlılık…”
İşte yaralı bir bilinç daha… Bugüne kadar tam 97 defter okumuştum, bu doksan sekizinciydi. Tuhaf bir benzerlik vardı defterler arasında. Duygularda örtüşme, frekanslarda uyum… 98 seçilmiş bilinç… Derin düşününce tuhaf değil. Olması gerektiği gibi… Vezir Yüzük sahibi bir oyuncu bunu iyi bilir.
Telefon çaldığında defter sahibiyle tanışıp tanışmadığımın sorgulamasını yapıyordum. Sanki herkesi tanımam gerekirmiş gibi… Arayan köylü dostum Kızan’dı. Sesi çok heyecanlı geliyordu. “Öyle bir defter var ki elimde şu anda. Okuduğunda bütün hakikatin çıplak gözle ancak bu kadar açıklanabileceğine tanıklık edeceksin” dedi. “Nereden aşırdın” diye sordum. “Kendisini uzaylı olarak tanıtan bir Veli Deli’den” diye yanıtladı gülerek, “artık senin gibi konuşabiliyorum na’ber” diye de ekledi. Aklım VD’ye, Veli Deli’ye takılmıştı ama hemen uygun bir yanıt vermem gerekiyordu. “Hayat bazıları için gerçeğin beşiği, ölümün eşiği ise de, aslında ölümün beşiği, hakikatin eşiğidir Kızancım” dedim. O da bir an duraladıktan sonra “Çok haklısın, yine acayip felsefi konuştun. İşte tüm “anlayamadığım” kadarıyla, bu defterde de yepyeni bir felsefenin, daha önce hiç duyulmamış bir felsefenin yazılmış olduğunu hissediyorum. Ve sanırım bu artık senin için topladığım son defter olacaktır” diye kıkırdadı. “Umarım, hatta uçarım” diye yanıtladım onu ve “fakat bütün bunları telefonda söylemen hiç de iyi olmadı. Defter ajanlarını unutmuş gözüküyorsun” diye ekledim. “Artık hiç önemi yok…” dedi gülerek. Deli deli tırnakları küpeli işte.
İşte o an telefonumun “dinlenmemekte” olduğunu anladım. Bu son derecede sıra dışı bir durumdu. Herkesin telefonu dinleniyordu. TDL, Telefonu Dinlenmeyenler Listesine adımın yazılmış olması, benim AYL’e, yani, Artık Yaşamayanlar Listesine de alınmış olmam anlamını taşıyordu. Beni kazımla birlikte yok saymışlardı. Demek ki bu aslında kazıma yöneltilmiş bir cinayet değildi. Bu benim cinayetimdi. Tabii onlara göre. Ve yine onların sistematik, statik, statükocu düşüncelerine göre, ben öyle bir şey yapmalıydım ki YYL’ye, Yeniden Yaşayanlar Listesine alınmak için, yeniden telefonlarım dinlensin ve bu durumdan kurtulayım. Ha ha.. Ne diyor R.D: Laing… “Bir oyun oynuyorlar. Oyun oynamadıkları üzerine oyun oynuyorlar. Şayet onlara onlar olduklarını göstersem, oyunun kurallarını bozacağım ve beni cezalandıracaklar. Onların oyununu oynamalıyım, oyunu gördüğümü görmeksizin…”! Ha, ha, ha…
İçinde bulunduğum aslında son derece sıradan durumdan kurtulmak için ruhsal ve bedensel çalışmalarımı programlamam gerekiyordu. Olayları önem sırasına göre yeniden gözden geçirmek üzere bir liste yaptım. 1. Paul’ün mektubu önemli de olabilir. 2. Kaktüsler. 3. Postanedeki paket. 4. Yüzükleri denizde yıka. 5. Geri gönderilecek defterler. 6. Zavallı, katledilmiş, Kaz’ım için tören.
(Adını Angut koymuştum… Aslında hep bir angutum olsun istemiştim. Uzun aramalar sonunda Faralya köyünde (Fethiye’de çok tinsel bir dağ köyü. Kelebekler vadisine kelebek bakışı) iki tane bulmuştum. Ancak sahibi angut kuşları üzerine felsefe bilimiyle ilgili bir tez hazırlamakta olduğunu, bu nedenle onları sürekli gözetim altında tuttuğunu ileri sürerek ödemeyi vaat ettiğim onca paraya karşı Nuh demişti sadece.
Aslında, adama hak vermemek elimde değildi. Angut kuşları aşk için yaşarlar, aşka uçarlar. Adlarına yakıştırılan mecazi anlamlara ve çirkin tanımlamalarına karşı son derece güzeldirler ve zarif bir ruhsallıkları vardır… Angut kuşları, eşleri öldüğü zaman gözlerini bir dakika bile eşinin ölüsünün üstünden ayırmadan o da ölene kadar onun baş ucunda bekler… Belki de insan tarafından sözü edilen, angutların yaptığı en büyük “Angut”luk budur… Aşk ahmaklıksa ona da eyvallah. Aşk için kilometrelerce uçan bir angut kuşunun öyküsünü yazmıştım bir zamanlar. (Cem Karaca’nın “Sevda kuşun kanadında, ürkütürsen tutamazsın” türküsündeki sözü edilen kuşun Anguttan başka bir kuş olmadığına bahse girerim.) Sonunda BA’nın, Bay Angutbilimcisi’nin elini sıkı sıkı sıkıp, bahara iki yumurta sözü alıp eve dönmüştüm ki, işte o bahar bu bahar olacak!)
Paul’ün mektubunun içinde kabarık birşey vardı. Daha önce farketmemiş olmam tuhaftı. Mektuptan Kuars kristalinden bir beyaz (erkek) at çıktı! Paul… Mektup kısaydı. Özür diliyordu. Bir daha düşlerimi kendi kitaplarına malzeme olarak kullanmayacaktı. “Bu bahar bir kuşun kanadına tutunup bana gel” diyordu. Gider miyim bilmem.
Tüm bu olanlardan birkaç sabah öncesi, 68’lilerden bir ağabeyimden aldığım kaktüsleri bahçemin en müstesna köşesine dikmiştim. Yaşanan bunca olaydan sonra durumlarını sembolize etmek için tüm dönemdaşlara kaktüs hediye ediyorlardı 68’liler… Ben de seve seve almıştım iyi bir öğrenci olarak. Bu nedenle sabahları ilk işim onların ne kadar büyüdüğüne bakmaktır (gökyüzüne bile onlardan sonra bakıyorum birkaç sabahtır ve güneşi birlikte selamlıyorum kaktüs dikenleriyle.) Tekila üretecek falan değilim ama çok sevdiğim bu egzotik içkinin hammaddesi olan kaktüsü de oldum olası çok severim. Hem gizemli hem de eğlenceli gelir Tekila içmek bana. Tropikal ortamların vazgeçilmez ağız tadı. Sıcak havayı her bakımdan enerjik kılan bir tarafı var. Limon ve tuz da bedenin iç ritmiyle dış ortamın ritmini ayarlıyor, tansiyonu dengeliyor olmalı. Akıllı adamlar şu Meksikalılar vesselam. Neler vermezdim! Bir Kızılderiliyle, bir Meksika yerlisiyle tanışıp, bir şamanla Toltek bilgeliği üzerine konuşmak, konuşmak, konuşmak, hayatı ve hayat dışını algılayış biçimlerini öğrenmek için neler vermezdim…
Son zamanlarda tutulduğum Antiaşkomani hastalığından artık acilen kurtulmam gerekiyordu. Belki de bana bu hastalığı bulaştıran İstanbul’un karanlık gecelerinde, kendimi, bedenimi ve zamanımı cezalandırdığım yerlerde yaşantıma girmeyi başarmış bir DBA, Duygu Blokaj Ajanıydı. Bu ajanlar istedikleri zaman kadın istedikleri zaman erkek bedeninde, duyguları güçlü olan insanlarla dostça yakınlık kurup onların duygularını etkilerler ve onları da kendilerine benzeyen varlıklar haline getirirler. Artık ne devrim ne aşk kalır içinizde. Fakat benim duygularım o kadar güçlüydü ki sadece aşık olma yetilerimi dumura uğrattı. Vicdanımı sömürmesine asla izin vermedim. Kuşları, böcekleri, canlıları, insanları sevmeyi sürdürebildim. Ah, ama aşk..artık yoktu yaşantımda. Antiaşkomani oldukça rahatsızlık verici bir hastalıktır ama kendinizi bir eğrelti otu kadar da rahat ve huzurlu hissetmenizi sağar. Konformisttir. Gözünü çıkarttıramadığımın “uydumculuğu”. İşim olmaz seninle…
KA, Kronik aşksızlık olarak tanımlanabilen bu hastalık, bizzat aşkın kendisinden bile daha tehlikeli olabilir aslında. Kuşkusuz tek kurtuluşu hemen aşık olmaksa da bu hiç de sanıldığı kadar kolay değildir. Nerede milyarda bir görülen bir marjinal durum varsa o da gelip beni bulur işte. Dile kolay sayısız dünya yılı geçti, bu hastalığın pençesinden beni kurtarabilecek bir zekaya denk gelemedim. Her şeyin mükemmel olduğunu düşündüğün anda fani dünya araya girer. Kimi ölür, kimi ölmeden ölür. Bütün inançların söner kaybolur. Kalan sağları gözün görmez olur. Gözün aşka körelir. Oysa bedene değil ruha ulaşabilmek önemli… Dünyanın fani işleri ve benim çılgın varlığım elbet bir gün barışacaklar… Tonal şeyler. Ama denge şart.
Fakat artık öyle fantazi hayallere dalıp, fazla düşünecek zaman kalmamıştı… Beynimi, belimi, kalbimi, gözlerimi, çabuk tutmalıydım. Bu hastalıktan kurtulamazsam kendi cinayetimi işlemek zorunda kalabilirim. Kuars yüzüklerimi çıkardım ve yan yana sıraladım, zor olanı başarmıştım. Bu yüzükler öyle sadece parmaklara takılsın da süs olsun diye verilmiyor insana. Hepsinin ayrı bir frekansı var. Değişik boyutlarda üstlendikleri roller var. Hafızaları var. Bütün iş onları olumlu, doğru ve hakiki yönlendirmeyi becerebilmekte. Bunları düşünerek ve içsel sesimi dinleyip işaretlere dikkat ederek deniz kıyısına geldiğimde üst üste halkalanmış iki gökkuşağının başımın üzerinde yeri vardı. Yüzükleri yıkadım. Cam şişeyi suyla doldurdum ve yüzükleri içine koydum. Eve döndüm. Daha postaneye gidecektim. Telesekreterin kırmızı ışığı “arandın, arandın, arandın” diye yanıp sönüyordu. Kızan aramıştı. “Gelen giden olmayacaksa akşama kocasıyla birlikte uğrayıp Defter bırakacaktı”. “Gelen giden olmayacaksa” bana geleceği zamanlarda Kızan’ın kullandığı kalıp cümledir. Benimle kurduğu endişesiz sohbeti bana benzemeyen tanıdıklarımla kolay kolay kuramayacağından, kendisini dışlayacaklarından endişe eder. Hemen aradım. Bir süpriz olmazsa gelen giden olmayacaktı bu akşam. Gelirken postaneye uğrayıp paketimi almalarını rica ettim. Kızan hemen yapıştırdı sözünü “komşuda pişer, bize de düşer”. Bu söze karşılık akıllı bir yanıt vermem söz konusu bile edilemezdi. “Eğer yersiz yurtsuz bir şehir bilgesinden geliyorsa bu paket, içinden çıkacak olanlar üzerine bir öykü de sen yazarsın be Kızan’cım” deyiverdim. Hırıldadı. Yine kızmıştı. “Hadi hadi görüşürüz” diyerek telefonu hemen kapattı. Doğrusunu söylemem gerekirse, ki aslında hiç gerekmiyor, bazen biraz kaçırıyordum konuşmalarımın dozunu. Ama ona söylediğim her sıra dışı sözü aklına kaydedip üzerine düşündüğünü gözüm gibi görüyordum. Şekerparem benim… Onunla yer değiş tokuşu yapabilirim. En az benim kadar deli… Postaneyi arayıp, bay PTT görevlisine bana gelen paketi Kızan’a vermesini rica ettim… Beyaz atı parmağıma taktım. Tırısta gidiyordu.
Paketin iplerini çözdüğümde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kızanlar gelmiş, gitmişti. Telefonda verdiğim yanıttan sonra paketi birlikte açmak konusunda tek söz bile etmemişti Kızan. Oldukça sıradan konuşmalarla geçti saatler. (Hükümet hala kurulamamıştı. Yeniden seçime gidilir miydi.. gidilmezdi. Ben ne deli karıydım. Haydi çelik çomak oynayalım mı??? Defter meselesi artık bitmeliydi. Son sefer safrası kabarmıştı, falan falan…) Bu son defter için Kızan’ı öyle bir öptüm ki ayrılırken, “şu benim teklifimi sen yeniden bir düşünsen” deme girişkenliğini bile gösterebildi!
99. defteri hemen bahçedeki defterliğe gizledim. Fenerin ışığında kaktüslere baktım. Ne kadar da şu andaki bana benziyorlardı… Evin hayatında oturdum. Bir sigara tellendirdim. Asla paketi açmayı geciktirmiyordum. Tam tersine sanki her şeyin yanıtı bu paketin içindeydi. İki kez sarılmıştı. İlk kağıdı açınca annemin el yazısı suratıma çarptı. Demedim mi. İşte fırladı, çat paket! “Bir zamanlarki canım kızım!” diye başlıyordu. Yine gereksiz fani işlerle mi meşguldüm, yoksa anlamlı bir şeylerle uğraşıyor muydum… Geçen hafta gönderdiğim bitki çaylarını beğenmişti! Paketin içindekiler bir tür mirasmış! İkinci dereceden akrabam olan Hürmet dayı vefat etmiş. Ölüm nedeni henüz anlaşılamamış. (Hürmet dayı bir müzmin bekardı. Ailenin en sıradışı simalarındandı. “Kimseler” onunla geçinemezdi. En yakın akrabalarının deli muamelesi yaptıklarını söylerdi annem (“haklıydılar” anneme göre…)… Kısa öyküler yazdığını biliyorum. Bir de hayvan hastasıydı. Krokodil bile besleyebilirdi. Satranç ve oyunseverdi. Benim kadar seyahat tutkunuydu. O da benim gibi düşünür ve Dünya’nın bir yerinde saplanıp kalmak istemezdi. Yıldızım pek barışıktı. Çok iyi anlaşırdık. Son görüşmemizde uzun bir yolculuk planladığından bahsetmişti. Nereye olduğunu söylememişti…)
Paketten çıkanlar son zamanlarda başıma gelen en güzel şeylerdi: O güne kadar eşini benzerini görüp duymadığım bir kaleydoskop… Üzerinde Hürmet Gösterge yazılıydı! Bir şişe en iyisinden Tekila! Eski bir Kızılderili büstü. Bir minyatür Japon ağacı. Gümüş kakmalı bir mürekkep hokkası. Angut tüyünden kalemiyle birlikte!!! Prinç bir gemici feneri. (Üzerinde Korsan bayrağı var) Bir Çeşm-i Bülbül. (Kapalı Çarşı’da benzerlerini görmüştüm ve çok pahalı olduklarından alamamıştım… Bu, onların yanında 9. dünya harikası.) Yine gümüş ve seramik karışık bir mektup açacağı. Oldukça eski, kimbilir hangi dergahlarda hangi ustaların üflediği, üflerken sarhoş olduğu bir Ney… Aynısının tıpkısı bir Alaattin lambası (ne yazık ki sihirsizdi. Kaç kez ovaladımsa da pırıl pırıl oldu da içinden Cin Min de Peri Meri de çıkmadı. Yeniden deneyeceğim. Belki dinleniyorlardır…) Yine çok çok eski olduğu her halinden belli ama nereye ait olduğu ilk anda anlaşılamayan tarihi bir harita… (İzlenecek yollar fosforlu kalemle çizilmiş.) Tahtadan oyulmuş minyatür bir satranç takımı. Kuars kristalinden oyulmuş satranç yüzükleri! Tam altı tane. (Hürmet dayı takımı tamamlamış!) Çok güzel ve hiç duymadığım bir melodi çalan müzik kutusu da cabası… Bir zamanlar odalara kapanıp sürekli üzerinde kafa yorduğum, Sürekli Devinim Aleti çizimleri. Şöyle bir göz atıldığında sonuca oldukça yaklaşmış görülüyor.
Beni iliklerime kadar titreten, yerden ayaklarımın kesildiğini hissettiren ise, bütün bunların altında, paketin en dibindeki, üç defter oldu! Küçük küçük kilitleri olan üç eski hatıra defteri. Bana kısa bir not yazmıştı Hürmet dayı. “Sen, görebilenlerdensin. Sakın vazgeçme. Gördüklerini yaz. Henüz hiç “yazılmamış”ın ne kadar çok olduğunu biliyorsun. Zaman zaman yazdıklarını yaşamanın keyifli ayrıcalığıyla gururlanabilirsin!.! Bitmeyecek bir öykü başlattım senin için. Kaldığım yerden sen devam et. Yazmak sana yakışıyor. Yaşamak sana yakışıyor. Aşk sana yakışıyor! Benim için bir Ege gecesi yaşa. Yazının büyülü dehlizlerinde buluşmak üzere. Şimdilik hoşyazıyla kal…”
Hürmet dayımın benden bu son arzusunu yerine getireceğim : Beni yıldıramadılar. Bir bahar gelecek ve ben de Angut kuşlarımla birlikte aşka doğru uçacağım yeniden. Bu bedene can veren ruhum amacına ulaşacak. Yazıyla ve aşka buluşacak. Aşık olma hakkımı kullanacağım…
Aşkı yakalamak, bulmak, yaşayabilmek ne kadar zorsa, onu anlatmak da, ondan sıyırmak da o kadar zordur. Sanırım onun en güzel yanı, apansızın gelmesi en beklenmedik anlarda en beklenmedik kişilere yönelmesidir… Olası tüm ilişkilere küstahça burun kıvırıp “senin şuyun, senin buyun” derken yıllar geçer. “Şuyu, buyu” görmediğin anda da aşık olursun. Beğeni ve tutku doruklardadır. Aşk hem özgür hem bağlayıcıdır. Bedensel yakınlaşmaya çabuk ulaşılırsa sabun köpüğü gibi sönebilir de bal gibi sürebilir de… Beden doyar ruh acıkır. Ruh acıktıkça bedeni daha çok acıktırır. Bir tek kiraz tanesiyle ömür geçmez. Kiraz ağacın olsun istersin. Aşk nesneleşir, kişileşir artık “o” olur. Bütün şiirlerini ona yazarsın… Ondan kaçsan da onu bir daha görmesen de… Aşkla oynarsan kaybeden sen olursun. Aşk yürek isteyen bir zeka işidir.
Ruhunun gözünü sevdiğimin dayısı. Tam zamanında olanlar olmuştu bana. Artık ne yapacağımı biliyorum.
Ani bir kararla, işleri biten 99 defterin 98’ini kazımdan arta kalan tüylerle birlikte bahçede yaktım. Artık ellerine geçiremeyecekler onları. Bir tek Kızan’ın getirdiği son defter hariç. 99. defter… Onun tümüyle bizzat bana ait olan Akıl Defterim olduğunu söylememe gerek varsa… Akşamüstü güneşinde bu Egeli bahçe bambaşka güzel göründü bana. Kalbim açıldı, çevreye saçıldı. Kaktüsler çiçek açmıştı… Evet işte bu. Şayet defter sansarları, kaz katilleri ve bütün onlar doğum öncemden bu yana beni izliyorlarsa yenir yutulur bir lokma olmadığımı da kayıtlarında baş sıraya yazmışlardır. Hem de zehirli bir gri mürekkeple…
Ellerim ve düşüncelerim titreyerek ilk defterin kilidini açtım. Sayfanın başında Hürmet dayının el yazısıyla ve büyük harflerle yazılmış başlığı okudum “Zehirli Bir Mürekkep”… Yanağımdan aşağı birkaç damla yaş süzüldü. Günler sonra nihayet… Z harfinin üzerine bir damla düştü. Sonra bir damla daha. Yazı sürekli değişmeye başladı. Yazı gözlerimin önünde bozuldu, bozuldu ve önce “Zehirli Bir Yürek” sonra da “Nehirli Bin Yürek” gibi okunmaya başlandı. Aynı bir Kızılderili adı gibi. Yazı serüvenim başlamıştı. Hürmet dayının başlattığı oyunlu yazı serüveni için günlerdir ciğerimde tüten Tekila şişesini açtım. Limonu ve tuzu yalaya yalaya devirdim şişeyi. Angutlaşmanın doruklarındaydım. Göz pınarlarımda biriken yaşlarla birlikte antiaşkomani akıp gitmişti. Damlalar kuars kristalleri gibi parlıyordu. Güneş ışıkları içlerinden süzülüp gökkuşakları oluşturuyordu ki o an telefon çaldı. Açamadım. O mekanik erkek sesi şu notu bıraktı. “Henüz kazandığını sanma. Aşkını nesneleştireceğin kişinin de bizim ajanımız olması mümkün. Bizi hafife aldığın için pişman olacaksın. Defterleri yakmış olman büyük bir cesaret. Sendeki bu çocuksu körpelik, bu küstah zeka ve özgünlük bizi iyice çileden çıkartıyor. Ama Angutlar da ölür. Hah. hah. hah…” İçimi zıtlıkların yarattığı heyecan kapladı. Başarmıştım…
Sistem ne gerektirirse gerektirsin ben kendimin her zaman bir angut kuşu olduğumun hep farkındayım. Beni antiaşkomani hastalığından koşulsuz şartsız kurtaran her kim olursa olsun kanadımdan bir tüy kopartıp vermeye karar verdim. Çünkü onun da bu hastalıktan kurtulmasını istiyorum. Yaza uç, yazı uç, yazıya uç. Yıllar sonra yine yazdıklarımı yaşıyordum işte…
Gökten üç angut kuşu tüyü düştü nihayet. Biri sana biri bana biri angutlaşamayanların başına.