Bir sandalyenin boşluğu

Regresyon eğitimi alırken öğrendim sandalye çalışmasını. Kaybettiğin ya da duygu ve düşüncelerini yüzüne karşı söyleyemediğin birisini oturtuyorsun karşındaki boş sandalyeye. Sonra, eğer yapabilirsen, ona daha önce isteyip de söyleyemediklerini anlatıyorsun. İçine attıklarını, kırmamak için sustuklarını, o an donduğun için dile getiremediklerini… Bebekken tekerlemelerden öğrendiğimiz gibi, bir, bir…

bir sandalyenin boşluğu

Kimi oturtacaksın o sandalyeye? Sana haksızlık ettiğini düşündüğün ama karşısına çıkıp konuşamadığın patronunu mu? Kırıldığın ama yüzüne söyleyemediğin arkadaşını mı? Neden söyleyemedin? Senin onunla ilgili bu çalışmanı görse ne düşünürdü? Hiç kafa yordun mu bunlara? Ya da belki kaybettiğin ve sağ iken karşısına geçip “Beni neden hiç sevmedin?” diyemediğin babanı mı?

Tamam, oturdu diyelim. Peki sen hangi benlik parçan ile çıkacaksın karşısına? Babana ilk kırıldığın yaşta mı? Her şeyi hallettiğini düşündüğün şimdiki sen olarak mı? Yoksa babanın sana yaptığının aynısını kendi evladına yaparken yakaladığın ebeveyn yanını mı?

Derler ki kişi travmayı ilk yaşadığımızda kaç yaşındaysak, aynı kökenli travmaları her yaşadığımızda o yaştaki çocuğa dönüşürüz. Yası yetişkin benliğimizle karşılayabilmek o yüzden önemlidir. Ben bu çalışmayı önermedim hiç kimseye. O çocuk yeniden kahrolsun istemedim. Kıyamadım. Adı üzerinde çocuk… Bu durumla başa çıkabilecek donanımı yok.

Her ne kadar karşımızdaki bir yetişkin olsa da içsel çocuğumuz, eleştirmenimiz, ebeveynimiz… hepsi birlikte Voltran’ı oluşturuyoruz. Dahası o esnada Takashi koltuğu başkasına bırakmış oluyor. Yetişkin sorumluluğu üzerine düşünmemişsek, kendimize ebeveyn olmak ne demek bilmiyorsak… Belirli bir yaşa kadar hep başkasını suçlayarak bugünümüze gelmişsek ve herkesi olduğu gibi kabul edip kendi hayatımızın direksiyonunu elimize almamışsak -ki bir noktaya gelene kadar genellikle böyle olur- bu yüzleşme gerçekten şifa getirir mi, bilmiyorum.

Bu benim ön yargım da olabilir. Ama kendi üzerimde denediğim kadarıyla şunu söyleyebilirim: Çarpılmış metali düzeltmekten farklı değildir. Bir parça metal düşünün. İyi muamele görmemiş, orantısız yük altında kalmış ya da ısıtılıp birden soğutulmuş. Ama sizin onun düz haline ihtiyacınız var. Vurarak ya da sıkıştırarak düzeltmeye çalışıyorsunuz, nafile. Bir türlü düzelmiyor. Uyguladığınız yükü kaldırdığınızda yine aynı. Ya yükü arttırırsınız ya da yük uyguladığınız süreyi.

Peki şunu soruyorum sana: Buraya kadar okurken hiç “metal ne metali, geçmişi nedir?” diye sorular geldi mi aklına?

Yıllar önce yoga yaparken, kalça kemiklerimin başrol olduğu pozlarda, özellikle pozun içerisinde uzun süre kaldığımda soluğu yoga stüdyosunun tuvaletinde aldım. Hem de defalarca. Ağlama krizleri, mide bulantıları… Yogadan bağımsız olarak tiroit sorunları… Bunlar da sağaltılmamış duygularımın yan etkileriydi. Büyük ihtimalle sen de benzerlerini yaşadın ve yaşıyorsun.

Kendi kendine sandalye çalışması yapsan geçer mi?

Madalyonun diğer yüzüne bakalım. Böyle bir yöntemin varlığından haberi olmadan bunu kendi kendine uygulayanlar da var. Kinini, öfkesini, nefretini kusanlar… Hem de bağıra bağıra. Okültistlere göre bu bir majidir. Kişinin bu şekliyle karşısındakine zarar verme yeteneği yoktur. Ancak bu sırada yarattığı düşünce formları ile beslenenler vardır. Biraz ürpertti değil mi bu bilgi?

İyileşmeye giden yol iyilikten geçer. Yapabileceğimiz en büyük iyilik pozitif düşünce formları üretmektir. Sufiler incitmemeyi ve incinmemeyi öğütler. Hangisi kolay? İncitmemek mi, incinmemek mi? Bu sana vurana diğer yanağını çevirmenin bir üst versiyonu değil de ne?

Tüm bu anlattıklarım aklını karıştırmış olabilir. Ben sana özetleyeyim: Kendine sahip çık. Baş edemediğin durumlarda profesyonel destek almaktan çekinme. Olmadık şeyleri kendi üzerinde deneme. Kendi zihnin, ruhun ve bedeninle çalışmadan, iradeni ortaya koymadan olacak şeyler değil.

Sandalye çalışmasını bırak bir profesyonel yaptırsın. Sen yasını tut. İçinde sevgiyi görmemiş yerlerinin yasını… Umup da bulamadıklarının yasını. İzin ver kendine, duygularını sağalt.

Bu durum sana ne kazandırdı, bir bak. Bunun sana hediyeleri neler demiyorum. İnsan bu hayatta anlam arayışçısıdır. Anlamı bulamadığı yerde takılır kalır. Bir bak, konu babansa onu yeniden bir yabancı gibi tanımaya çalış. Hikayeni yetişkin benliğinin gözünden yeniden yaz. Çocuk yanının elinden tutarak hem de. Ve bırak sandalye babanın hep oturduğu sandalye olarak kalsın hatıralarında.

Eğer kalbine ağır gelmeyecekse ya da kendini hazır hissediyorsan aşağıdaki sorulara bir göz atmak ister misin?

  1. Sandalyeye oturtmak istediğin kişi kim? Hangi yaşadığın duyguyu ya da durumu temsil ediyor?
  2. Bu kişiye söyleyemediğin en önemli şeyi düşün. Nedir ve neden söyleyemedin?
  3. Karşısına hangi benlik parçanla çıkmak istiyorsun? Çocuk, yetişkin ya da ebeveyn yanın mı?
  4. İçsel çocuğuna, yaşadığın o deneyim karşısında nasıl şefkat gösterebilirsin?
  5. Sandalyeye oturan kişiyle ilgili affetme, bırakma veya yeniden tanıma niyetin var mı?

Elif Malyer

Yazar

Benzer yazılar

2 Yorum

  1. Murat Tali - YY

    Sevgili Elif, “Kaybettiğin ya da duygu ve düşüncelerini yüzüne karşı söyleyemediğin birisini oturtuyorsun karşındaki boş sandalyeye.” cümleni okurken, o boş sandalyenin yalnızca bir nesne değil; içsel bir yüzleşmenin sahnesi olduğunu hissettim. Yazınla, susturduğumuz sessizlikleri bir sandalyeye dönüştürüp onları dile getirme ihtimalini nazikçe sundun, çok ama çok teşekkür ederim

    Yanıt
  2. Yasemin

    Sevgili Elif okadar net ve duru anlatmışsınki kalemine yüreğine sağlık .
    Günümüzde okadar çok içsel arayışta bu tranvalara çare ararken daha daçok yaralanan yada bastırdığı duygunun açığa çıkması sonucu yönünü kaybeden insanlara yön gösteren farkındalık artıran bir makale olmuş .

    Yanıt

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir