Oradan gidersek yol uzayacaktı. Sabah çıkmıştık erkenden, gün geceden ertesi güne dönmek üzereydi. Hala yoldaydık. Yolun oradan geçmesi gerekiyordu. Ağzımı açıp tek kelime etmiyordum ama emindim. Sapa yoldan gidecektik… Ben hariç arabadaki kan bağı olmadan kardeş olanlarım da farkındaydı. Arabanın üzerinde sürekli kargalar uçuyordu, dönüşe geçmiş leylek sürüleri görüyorduk, mola yerimizde aniden beliriveren bir tavuskuşu bile görmüştük. Üç kişi için bu kadar kuş görmek… Evet, evet, sadece rastlantı… Belki… Anayoldan değil, dağın kenarından ormanın içinden gitmek yolu uzatacaktı,
“ Durmadan gideceğim ama” dedi Deniz “ Sonra kaplan gördüm kuş gördüm dur demek yok” dedi gülerek. Ön koltuktan Eda onayladı gülerek “Eminim durmazsın, sen onu arkadaki kediye söyle…” İkisi de aynadan bana baktılar. Arka koltukta bağdaş kurmuş oturuyordum “ Ne var uslu uslu oturuyorum” dedim ben de gülerek… Sonraki dakikalar, ağaçların sıklaştığı, kokuların değiştiği, müziğin kapanıp camların açıldığı vakitlere döndü. Ağustos böcekleri korosu, çam, defne, lavanta kokuları, arada yavaşlayınca arabanın bir camından girip bir camından çıkan böcekler… Akşam geliyor, usul usul yeşil yaprakların arasından… Yavaş gidiyoruz, ama daha yavaşlıyoruz, derken duruyoruz, başımı kaldırıyorum, yolda yaşlı bir teyze, yanında kocaman bir sepet var. Deniz camı açıyor Teyze “Nasılsın?” Yardım ister misin? Teyzenin elinde daldan bir aba, abaya dayanmış duruyor, kamburu çıkmış, üzerinde kırmızı kahverengi bir elbise, başında sarı bir yemeni, yüzündeki çizgilerle gülümsüyor, küçük gözleri siyah bir zeytin tanesi bir o kadar güzel bakıyor. “Yok evlat şuraya koyayım az birazdan gelir traktör…” Eliyle yolun karşısını gösteriyor. Sonra ekliyor “ Siz geçe kalmışınız yol kararır, oyalanmadan gidesiniz, ama taşa kayaya dikkat ediverin olur mu? Çok düşüveriyo bu ara…” Camın kenarına geliyor, “Yol daimdir, yoldan ayrılmayana bir şeycik olmaz” diyor sonra başını arka cama bana yaklaşıyor, gözleri gözlerimde, gözbebekleri büyüyor, “Ama hep yürümekle olmazdır kanat verilirse almak lazımdır…” Haydi selametle” diyor yüzünü çeviriyor, bir daha dönüp bakmadan… ”Auuu” diyor ön taraftakiler bir ağızdan… Devam ediyoruz, yola… Akşam maviye dönüyor, laciverdi mavi, dağın kenarından geçiyoruz, ağaçlar sıklaşıyor, Birden ince bir çığlık duyuyorum, çağırıyor, baykuş değil bütün çocukluğum baykuş sesleri dinleyerek geçti, karga değil, saksağan değil, öndekiler konuşuyor, susturuyorum “Dinleyin” diyorum.
Kayalıklarla aramızda mesafe yok gibi artık, Ağaçlar yürüyor, orman yürüyor, elinde aba ile yaşlı kadın mı yine O mu yürüyor? Abası yukarıyı gösteriyor. Dağın kahverengi kayalıklarına bakıyorum. Camdan dışarı çıkacağım, kapı kolunu bulmaya çalışıyorum. Keskin rüzgar, kayalıkta inatla açan sarı çiçeğe nezaketle dokunuyor, işte tam orada…
Göğün gözü, kahverenginin siyahın renginin tarifi yok, kanatları ardına kadar açık, rüzgar kanatlarından esiyor olabilir mi? Bu Rüzgar bu dağın kayaları bu gökyüzü O Olabilir mi? Kayalıktan aşağıya doğru uçuyor, pençelerini hikmetli, yüksek bir ağacın dallarına geçiriyor. Nefesim kesiliyor, göğüs kafesim yarılıyor, yamaç paraşütü yaparken havalandığımız ilk andaki gibi ben de onunla çığlık atıyorum, Saint Hilarion Kalesi’ nde 732 Metreden karşı tepeye doğru eğilirken cesaretim gibi gözlerimi kırpmıyorum, ormandaki büyük çemberi gördüğüm ilk rüyada sağımdan yükselen kanatlarını gördüğüm gibi biraz…Kanatlı bir geyikti kimse inanmazdı bana, gözleri iri ve şefkatli geyik, kahverengi göğsü kuvvetli güçlü, gözleri gökyüzü kadar keskin, defalarca geldi, peşinden gitmedim bekledim, göğüs kafesim yarılıyor, göğüs kafesimde pençeleri var gözlerini göreceğim, hiç uyumayan hiç uyandırılmaya ihtiyaç duymayan Göğün Gözü, altın rengi gözleri gözlerimde, gözlerimde tuz var, gözlerimin içinde gözleri var, göğsümdeki pençeleri gevşiyor, yukarı kayalıklara uçuyor. Rüzgar şiddetleniyor, sarsılıyoruz, ağaçların içine çekiliyoruz, duruyoruz. İnce bir sis iniyor gözlerime. Öksürükler… Biraz sonra arabanın yakınında bir traktör, yolun kenarına düşmüş taşlar, kayalar, Toprak kayması olmuş, Köylüler, “Efsun Nine yolladı bizi” diyor. Arabadan çıkıyorum, kenara oturuyorum. Birkaç keçi fırlıyor yola, bir tanesi epey iri, söylenerek etrafımda dolanıyorlar, kokluyorlar, üstümü başımı…“Dağın Delisi Kara” diyor, Köylülerden biri, iri ve siyah olanı göstererek… “ Kartal yuvalarına kadar çıkar”Kalkmak üzere hamle yapıyorum, başım dönüyor, Deniz arabanın yanından sesleniyor, Eda yanıma geliyor, saşkın şaşkın bakıyor “ Gözlerinin rengi değişmiş Kedi…” Kırmızıdır” diyorum “ Tozdan” “Yok” diyor “Bal rengi, sarı olmuş neredeyse…” Arabaya binerken Deniz, “Ağrım sızım var mı diye soruyor, “Gözlerine ne oldu?” diyor. Susuyorum, gözlerimi kapatıyorum. Ormanların yürüdüğünü, ben ilk defa Toroslar’ da görmüştüm ormanların yürüdüğü, Dağın Erenleri’ni Göğün Gözü’ nü… Gözlerim kapalı bir resim çiziyorum kartalı, geyiği, rüzgarı, dağı, ormanı…