Adaletin temeli kesinlikle adaletsizlikti. Zira adalet göreceliydi ve ne peşinden koşanı ne önünden kaçanı tatmin ederdi. Bunu çok iyi bilirdi. Çünkü Yaratıcının yeryüzünde adaleti sağlamakla görevlendirdiğiydi o.
Bunca zamandır, yani dengenin kurulduğu an ile şimdiki arasında bazısına göre yarım göz kırpığı sürede, bazısına göre ise milyonlarca yıldır ilk defa böylesi çaresiz, böylesi yılmış, daha ötesi bedbaht hissediyordu. Sebebi şüphesiz, net ve belliydi: İnsan evlâdı. Üstünde dolaştığı, altında yattığı topraktan başkasını görmemiş, buna mukabil kendisini evrenin merkezi sanacak derecede küstah ve kibirli yaratılmış. Diğer tüm mahlûkattan daha fazla uğraşmasına, itina göstermesine, vakit ve emek harcamasına karşın, asla yola gelmeyen ya da esenlik bulmayan şu yaratılmış.
Hayal kırıklığı ile içini çekti. Çağlar geçtikçe, becerileri, aklı, zekâsı geliştikçe, umulan tekâmülün yerine ilkelleşiyor, kendisine bahşedilmiş toprakları yaşanmaz hâle getiriyordu. Kötüsü daha kötüydü, ancak iyisi daha iyi değildi. Adalet herkese lâzımdı. Ama hiç kimse bu gerçeği görmüyordu.
Örneğin; adaletin cezaya dönüştüğü hallerde, ne mağrur, ne de mağdur payına düşeni kabul ediyordu. Mağrur, suçunun, hatasının ya da kusurunun bedelini ödemek istemiyor, zorla ödediğinde ise pişmanlıktan nasibini almadığı için bu bedel, vicdanında ve aklında karşılık bulmuyor, ruhundaki kara çıkmıyordu bir türlü. Mağdursa, hiçbir zaman tatmin olmuyor, hiçbir kefareti beğenmiyordu. Ölçü belliydi; göze göz, dişe diş. Ama o, göze gözler, dişe dişler, kafalar-kelleler istiyordu. Oysa affetmekten ya da razı gelmekten imtina etmek, mağruriyetin ötesine geçirip kolayca canavarlığın sınırlarına ulaştırıyordu bazen mağduru.
Adaletin ödüle dönüştüğü hallerde de durum iç açıcı değildi. Tıpkı kötülük gibi, iyiliğin de bedeli belliydi. Zıddının aksine çarpanı bile vardı. Fakat insan evlâdı bundan da memnuniyet duymuyordu. Aslında misliyle kazandığı maddiyat ya da maneviyatın hep daha fazlasını istiyordu. Gözü doymaz bir açlıkla elindekiyle yetinmiyor, çoğalmanın ve çoğaltmanın yolunun kanaat etmekten geçtiğini anlamıyordu. Neticede iyilik, simi dökülmüş sahte gümüş tarak gibi değerini yitiriyor, solup gidiyordu sahibinin elinde.
Sebep ve sonuçlar karşısındaki gafleti, bitmek bilmeyen hırsı, özüne ettiği ihaneti daha sayabileceği pek çok şey yüzünden, savaş ve sömürünün her türlüsünün acımasızca hüküm sürdüğü, insanın emsalleri ve diğer yaratılmışlar üstünde bin bir çeşidiyle zulüm gösterdiği yeryüzü, daha evvel olmadığı kadar karmaşa, acı ve kan içindeydi bütün zamanların şimdisinde.
Kendisini her şeyden üstün gören yaratılmışın bu cüretiyle göğsünün kızgınlıkla dolduğunu hissetti. Azalmak yerine şiddetle artan, ezelden beridir tanıklık ettiği ıstırap ve keder, taşınamaz bir yük gibi sırtında iyice ağırlaşırken, daha evvel hiç bilmediği bir yenilmişlik duygusu benliğini kaplıyor, tatmadığı bir ümitsizlik ruhunu dağlıyordu. Minik bir kıvılcımla içinde çakan kızgınlık öfkeye dönüşmüştü. O, Yaratıcının yeryüzünde adaleti sağlamakla görevlendirdiğiydi. Onun adaleti, esenlik ve mutluluk getirmeliydi, kan ve gözyaşı değil! Fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın terazisinin kefesi hileli bir tüccarınkinden daha iyi iş çıkarmıyordu. Yetersizlik, başarısızlık, tâbiyetinde bulunduğu güce karşı duyduğu utanç ve mahcubiyet öfkesinin nev’ini değiştirmişti: Gazaba gelmişti! İyi de kime azap edecekti?
Görev tanımında adaleti sağlamak vardı, ama ya azap etmek? Hem de Yaratıcının koruyup-kolladığı hatta bir tür dokunulmazlık verdiği yaratılmışına azap etmek? Mümkün değildi, yapamazdı, kılına zarar veremezdi. İnsan evlâdının bizzat kendisine verilmiş bu ayrıcalıktan mahrumdu maalesef. Yaratıcının işleri.
Bu çıkarım, onu sakinleştirmek yerine ateşini iyice yükseltmişti. İçinde harlandıkça harlanan alevleri bastırmanın da, idare etmenin de imkânı kalmamıştı. Belli ki bu alevler dışarı çıkacak, yakacak, yıkacak ve kavuracaktı. Peki kimi ya da neyi?
Cevap çabuk geldi. Daha fazla tutamadığı gazabı alev alev püskürürken dışarı, ateşine attı varlığını ve o varlık, tek nefeste küle döndü, tozu kalmadı. Adaletin temeli kesinlikle adaletsizlikti ve hakkını almıştı.
Derler ki; adaletin kendisini yok ettiği o günden beri yeryüzü kıyamete daha yakın artık. Tek nefesten bile yakın.
Tam da adalet fikrini ya da adaletsizliğin muhtelif hallerinin yüreğimde birbirini kovalarken bu yazıya denk gelmek… herşey vaktini bekler. Hislerimize, hatta kendimize dahi soyleyemediklerimize ışık tutmussunuz Özlem hanım. Kaleminize ve yüreğinize sağlık
Adalet varlığı kadar yokluğuyla da kendisini hissettiren ve bana kalırsa hepimizin doğuştan kodlandığımız bir olgu. Dolayısıyla ne kadar kaçınsak da orada olduğunu daima biliyoruz. Teşekkürlerimle…
Adalet, insan, yeryüzü ve yaratıcı…
Çok düşündüğüm konulardan biridir, adaleti sağlamakla kendisini görevli kılan insan bundan vazgeçse ne olurdu acaba? Çünkü önce bozup sonra onarmaya çalışmak gibi bir ahmaklığa düşüyor.
Bir diğer konu da “Önce yaratıcıyı kendi düşündeki gibi yaratıp sonra da kendisini onun dünyadaki temsilcisi” olarak görmesinin ardındaki garip ama sancılı ruh halinin ilk ortaya çıkışındaki manipülatif yönlendirmenin neden oluştuğunu merak ediyorum.
Bu ikisi insanı dünyanın üzerinde hastalıklı bir davranışa sevk ediyor ve dünyanın ve üzerindekilerin sahibi zannediyor. Uzun zamandır söyler dururum, insan dünyanın zebanisi ve yok edicisidir. Tüm varoluşu cezalandırmak için ortaya çıkmış bir türdür ve bundan da dönüş yoktur. Kimbilir belki de dünyanın asıl sahibi karıncalardı ama insan geldi ve onlardan iktidarı aldı… Bir sürü deli soru ve bir sürü yanıtsız gelecek…
Kaleminize sağlık Özlem Hocam, çok güzel dile getirmişsiniz.
Benim de aklımı doldurdunuz deli sorularla Murat Tali. Yorumunuzu kaç defa okudum saymadım. Birebir sizin gibi düşünmesem de, katıldıklarım ve katılmadıklarım olsa da inanılmaz keyif aldım yazdıklarınızı okurken. Ayrıca onurlandım. Emek verdiğim bir yazıya emeğinizi sakınmadığınız için. Çook teşekkür ederim.