Yere göğe sığamamak, taşkınlığın kabahati değil; ölçüsü daralmış bir dünyanın payına düşen yanılgıdır. İçimdeki rüzgâr kıta büyüklüğünde, göğüs kafesim ise kibrit kutusu kadar. Sokağa çıkarım; adımlarım, kaldırıma sığmaz. Bir cümle kurarım; kelimeler satıra değil, satır bana dar gelir. Kalabalıklar önünden geçerim; hepsinin ortasında, isimleri birbirine çarparak çoğalan bir “tek başınalık” büyür. O an anlarım: Acı, çoğu kez varlığın fazlalığından değil, çerçevenin küçük çizilmesinden doğar. Çizen kimdir, yaşayan kimdir bilinmez. Bilinen tek şey vardır o da “bilmiyorum” halidir.

Yani dostum insanlara ait olmayan bir yalnızlık var üzerimizde; türümüze değil, varoluşa yazılmış bir boşluktur bu. Takvimlerin ilerlemediği, kapıların içeri değil hep dışarı açıldığı bir yer. Orada “biz” kelimesi küflenir, “ben” ise taşıyamayacağın kadar ağırlaşır. Konuşmalar kabuğa dönüşür; içeride olan, dışarıdan işitilmez, dışarıdaki çığlıklar içeri düşmez. Bu yalnızlık, sahipsiz bir gölge gibi peşine takılır: Ne kervandansın ne de bir hana varırsın. Ne bir handasın ne de katılacak bir kervanın vardır. Ve aniden fark edersin; kalabalık denen şey, aynı sessizliği birbirine bulaştıran bir anlaşmadan ibarettir. Sen de oradasın ama yoksun…
Huzura ait olamamak, huzura hasımlık değildir; hazır kalıplı huzura sığmamaktır. Pürüzsüz, lekesiz bir sükûnet teklif ederler bazen; nezaketle kaplanmış bir hücre gibi. “Sessizliğinizi verin, karşılığında huzur verelim,” der o pazarlık. Oysa hakikatin içindeki huzur, fırtınanın içindeki nefesin kendi ritmini bulmasıdır. Benim payıma düşen, suskunluğun değil, nabzın öğretmenliğidir: Gürültüyle anlaşabilen bir iç ses ile iletişim kurmak delilik gibi gelebilir ama hangimiz akıllıyız ki şu alemde.
“Tanrı ortalığa saçtığı kelimelerine büyü yapmadı mı?” diye düşünüyorum. Belki de büyü sandığımız, emeğin uzun gecelerde yoğrulmuş sabrıdır. Bir cümle, kırk kez susup kırk birinci defa söylendiğinde büyüye benzer; ama o da içimizdeki düşün kaleme düşen teridir, sihir değildir. Söz yarayı kapatmaz; yerini belirginleştirir. Işık gibidir: Mızrağı değil, hedefi gösterir. Ve biz, hedefi görünce, kendimize doğru nişan almayı öğreniriz. Ölürüz çünkü kendi katlimize ferman dizeler ile hemhal oluruz her daim.
Varlığı görünür kılmanın bir sükutu ayinesi vardır. Başkasının acısı… Bu acı bizim maharetimizi sergileyecek bir vitrin gibi görünse de aslında bizim yangınımızın huzura çıkmış halleridir. Ben ışığı yaraya çevirir, geri çekilirim; teşhir değil tanıklık isterim. Görenin bakışıyla yaralının bakışı aynı hizaya geldiğinde, hikâye görevini tamamlar. Çünkü anlatı, alkışa değil, yara ile bakış arasında kurulan o kısa, hakiki köprüye muhtaçtır.
Yaşam, çoğu zaman yürüyüşe benzer; yokuşu, düzlüğü, mola verip oturduğun bir kara taşı vardır. Durmak bir son değildir, soluktur; oturmak, bilgeliğini dinlendirdiğin bir başlangıçtır. Yoldaki çizgiler ve işaretler sana sınır koymaz; sınırın nefes boşluğunu açar gösterir. Cümlelerin diz çöküp kalktığı bir ritim tutturmaya çalışırsın: Menzilden ziyade adımın terbiyesi önemlidir. Bir düşün döngüsü, aceleye yenilmediği yerde başlar
Kendime yazılarımın içinde bir mabet aradım durdum; bulduğum hep şantiyeler içindeki yığıntı molozlar oldu. Ustam rüzgâr, kalfam zaman, malzemem kelime. Duvarları yarım, tavanı yıldızlar tutuyor. Her taş yerine otursun diye değil, yıkılacağını bilerek yükseltiyorum yapıyı; çünkü bazı binalar, dayanıklılıklarını fanilik bilgisiyle kazanır. Harcı kararken anladım: İnşa, tamamlanmak için değil, her gün yeniden başlanmak için vardır.
Peki huzura ait olamayan ne yapar? Sürgünlüğünü toprak belleğine çevirir. Bir ağacın kökleri kadar derine iner; bir gölgenin sabrı kadar uzun bekler. Huzurun bazen yer değiştirmek olduğunu öğrenir; ama çoğu zaman, olduğu yerde değişebilmek olduğunu da. Kımıldamadan devinmek, sessizce çoğalmak; kırılmadan bükülmek. Sükûnet, mekân değil, marifettir.
Buradan şuraya bağlayayım: Yere göğe sığmamanın acısı, ölçüsüzlüğün değil, ölçünün dar kalmasının eseridir. Yalnızlığın şiiri, kalabalığı suçlamaz; içimizdeki kalabalığın gürültüsünü kısmayı dener. Huzura ait olamayış, kibirden değil; hazır kalıp huzura sığmamaktan doğar. Ve kelimelerde evet bir şey var: Sihir değil—emeğin ışığı, sabrın ısısı, hakikatin kendini saklamayan payı.
Kapanışı tek bir cümleyle mühürleyeyim: “Yara, dilini bulduğunda kanamayı keser.”
Belki aradığımız huzur, tam burada duruyor: Kanamayı durduran dilde, suskunluğu küçük düşürmeyen seste. Eğer anlatacaksak, hüküm vermek için değil tanık olmak için anlatalım. Tanık, sahneyi ayakta tutan görünmez direk; yıkılırsa oyun düşer. Ben buradayım: Işığı yaraya çevirip bir adım geri duran, sesi nefese, nefesi söze emanet eden o bekçi.


