Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Aydınlanmış üstatlar gezegeni

Dinleyin Aydınlanmış Üstat Efe konuşuyor. Hımm, Efe pek aydınlanmış üstat ismi olmadı… Şöyle başlayayım o zaman. Dinleyin, Aydınlanmış üstat Guru Yogandachasak Pranavananda Sinameki konuşuyor! Uzunluğu etkileyiciliğini arttıracaksa elbette bu isim uzayabilir… Sinamekinin cırcır yapan, müshil etkisinde bir ot olduğu anlaşılmadığı sürece havalı oldu bence. Ya da kanallık gibi de sunabiliriz. “Sevgililer, Ben kozmik hizmetten, Konanda.” Gibi… Sonuçta onlar da içimizde.

Bazen kendi ismimizle, kendi doğal etiketlerimizle savaş içine girebiliyoruz çünkü. Haliyle biçare insan kimliğimizin idrakinde olmadan bazen farklı etiketler daha cezp edici gelebiliyor. Yani böyle bir isim belki daha dikkat çekici gelebilir. Yine de şaka yapmıyorum. Ben aydınlanmış üstadım. Sen de, O da, bakkal Remzi amca da, komşu Ayşe de, otobüste yanımıza oturan kardeşimiz de. Hepimiz aydınlanmış üstatlarız. Evet evet hepsi, herkes… Nasıl yani? Peki ya tekâmül?

Ruhsallığa ilk girdiğinizde ve kitapları okumaya başladığınızda, ilk karşınıza çıkan “ruhsal aydınlanma” ya da “tekâmül etme” gibi felsefelerdir. Şöyle anlatılır özetle; hepimiz tanrısalız lakin şu an berbat haldeyiz. İnsan olarak zavallı durumdayız ve bazı çok aydınlanmış üstatların da verdiği bilgelikle, “lineer” şekilde tekâmül ediyoruz, aydınlanmaya doğru. Ve yine söylenenlere göre hayatımızın bir noktasında, yoğun acı, ıstırap, neşe, huzur veya tüm çakraların ya da tüm kundalinilerimizin şaha kalktığı bir noktada aydınlanma deneyimi yaşayıp, reenkarnasyon zincirinden kurtulacağız…

Açıkçası insan tanrısalsa, tekrardan aşağı katlardan ve bir zavallı olarak yükselmesinin anlamı nedir? Ben diyorum ki, belki de aydınlanmayacağız! Öyle bir fenomen yok. Öyle bir çabaya, soğuk terler akıtmaya gerek yok. Bütün çaba aydınlanmaya giden yolda ilerlemek… Bence aydınlanmayacağız zaten hali hazırda aydınlanmış durumdayız! Evet… Tek sıkıntımız, bunu “hatırlamamamız.”

Bu; kitabi olarak idrak edebileceğimiz bir nokta değil. Uzun yıllar tekâmülü bir merdiven gibi algılamak, aydınlanma diye bir sonucun varlığını düşünmek benim zihnim için rahatlatıcı olmuştu. Lakin sevgili Nilgün Arıt’ın atölyelerinden sonra bir oluş ve hissediş halinde kendimi buldum, kadim insanın inancı bir şeyi değiştirdi içimde!

Oldukça üzüntülü bir anda öz benliğimi fark ettim. “Keşfetmedim” ya da “iletişime geçmedim”, sadece fark ettim, fark ettiğimde bütünleştim… Tüm beni kapsayan gerçek benliğimi hissettim.. Bir ışıkla sarılı gibiydim. Her şey çok netti, her şey berrak, tüm varlığım ve tüm yaşamım.  Ve o derin üzüntünün içinde derin bir berrak algılayış hissettim. Her şeyi net görüyordum! Önümde evrenin sonsuz olanakları vardı ve istediğimi seçip yaşayabilirdim. Neden kendime işkence yapıyordum ki sevmediğim olasılıklarda tıkanıp? Ve ben de hayatım için kritik bir karar aldım. Özgürlüğe doğru…

Hepimiz zaman zaman bu durumu yaşamaz mıyız? Muhteşemliğimizi baskılar ve prangalarla dolu bir yaşamda mutsuzluk çeker ve mutluymuş gibi yaparız. Ama ya kalbimiz ve topluma taktığımız mutluluk maskesinin altında gerçek BEN ne durumda?… İşte bu soruyu sorduğumuzda, o prangaları kırmaya başlarız; “Bir dakika, neden kendime bu işkenceyi yapıyorum ki!”

Bu bir hissedişti. Sadece bunu hissettirmedi yaşadığım an. O anda benliğimin zaten aydınlanmış ve her şeyin farkında olan gerçekliğim olduğunu idrak ettim. Yani “yükseklerde” bir benlik aramaya gerek yoktu, o zaten BENDİM. Zamandan ve mekândan, etiket ve sınırlandırmalardan, yüksek alçak, ego, süperego gibi ayrıştırmalı kavramlardan bağımsız.

Literatürde farklı isimler verilebilir; yüksek benlik, üst şuur vs. gibi. Ama hissettiğim şey onun ben olduğumdan, literatürün sunduğu gibi “yüksekte” ya da “cennette” ya da “ulaşılması zor” olduğu değildi.

Yani OLACAĞIM değildi. Zaten hali hazırda OLDUĞUM benlikti aydınlanmış halim!

Bu önemli bir algı kilidini açtı çünkü okuduğumuz kaynaklar veya ruhsal konuşmalar bize, doğal olarak tekamülü lineer olarak gösterir. Sanki bir merdiven var ve tırmanıyoruz, sonunda bir cennet, bir ışık var ve en sonunda “aydınlanmış” olacağız gibi anlatır. Mario oyunu gibidir, prenses ise aydınlanmadır. Nedense o prenses habire kaçar bizden, biz ona yaklaştıkça. Yani gelecekte bir gün, Prenses gibi ulaşacağız o sonuca, o da bazımıza kısmetse… Bunun için çabalıyoruz, bunun için uğraşıyoruz, bunun için gel git yapıyoruz güzel Dünyamıza. Dilek kâğıtlarına “aydınlanmaya” niyet ederek yazıyoruz. Her çalışmamız, her eylemimize o konuma ulaşmaya çalışmakla yani bir gelecekteki oluş hali beklentisiyle başlıyor.

Birçok kaynağın ve geleneğin böyle algılatması ya da bizim böyle algılamamız çok doğal. Zira zihin böyle çalışıyor çünkü böyle “eğitilmiş” durumda. Zaman lineerdir haliyle evrim veya yükseliş de lineerdir… Yukarıya doğru, bir yerden bir yere doğru. Halbuki evrim dairesel ve döngüseldir. Aynı anda milyonlarca gerçekliği deneyimliyor aydınlanmış benliğimiz. Haliyle gelip gitmeler, bir sonuca ulaşmak için değil, sadece hatırlamak ve deneyimlemek için. Yükseliş, sadece farkındalığın genişlemesi, daha fazla deneyime fark etme yoksa yukarı doğru bir eylem değil aslında.

Bu yüzden aslında bir yükseliş söz konusu değil. Bir gidiş yok, bir varış da yok. Bizler zaten aydınlanmış ve tekâmül etmiş durumdayız. Bir yere doğru gitmiyoruz, sadece “fark etmeye” çalışıyoruz. Bunu, üzerinizde değerli bir elmas varken ve hatta siz kendiniz değerli bir elmasken, ormanlarda, dağlarda, taşlarda elmas aramaya benzetiyorum. Hâlbuki aradıkça bulamazsınız. Çünkü o sizsiniz! Yüksek benlik, aydınlanmış olan, zaten ŞİMDİDE sizsiniz… Muhteşemliğiniz ve en yüksek görkeminizle, egonuzla, bilincinizle, ruhunuzla, her hücrenizle sizsiniz. “Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır” Hermetik sözünde dendiği gibi.

Tüm o yolculuk, tüm o arayış, tüm buna dair hikayeler sadece metafor. Yani, o fark edişi ve oluş halindeki kendi kendimize yarattığımız engelleri fark etmeyi anlatıyor tüm metaforlar. Egonun oyunları değil, kendimizi sevmemize dair engeller. Örneğin “yeteneksiz” olduğumuza dair kaygılar, çirkin olduğumuza veya şansız olduğumuza dair fikirlerimiz ya da karşılaştırmaya dayalı “ben o kadar iyi değilim” “ben şu guru kadar aydınlanmış değilim” gibi inanç kalıplarımız. Ya da bir kişiyi ilahlaştırmak ve onun altında, onun gölgesinde ezilmek. Ve bütün bu illüzyonları biz yaratıyoruz, ego değil. Ruhsal terminolojideki egoya suçu atıp, onla savaşa girmeye çalışmak, bir köpeğin kendi kuyruğunu kovalamasına benziyor. Kuyruğun var ve bırak görevini yapsın… Onu da tüm kalbinle sev ve şükret.

Bütün bu engelleri kendimiz yaratıyoruz çünkü bizler en başta aydınlanmış olmaya “layık” olmadığımıza inandırılıyoruz. Ne münasebet ben kiiim aydınlanmak kim, haşaaa…! Kendimizi de sevmiyoruz ama başkalarını sevdiğimize “inanıyoruz”. Ama aslında tüm olay kendimizi her halimizi sevmekten geçiyor. Olduğu gibi kendini kabullenişin ilk farkındalık noktası belki de.

Biliyorum, birçok bilgelik saçan kitap bunu diyor aslında. Sen tanrısalsın, sen harikasın ama bunlara inanmıyoruz. İnanmadığımız için onu “ulaşılacak” bir mevki, bir konum gibi algılıyor ve illüzyon yaratıyoruz. “Evet evet tabi ki tanrısalım…”

“ama….” diye başlıyor bahaneler;

“çok şeyi çözmeliyim hayatımda.”

“sorunluyum.”

“Travmalarım var, hem de geçmişten.”

“egom var.”

“zihnim devrede.”

“burnum çirkin.”

“görümcemi affedemedim.”

∞∞∞∞

“Tanrısalım da.., işte ellerim çirkin azcık güzel olsalar daha tanrısal olacağım.…”

İyi de Tanrı’nın muhtemelen elleri yok… Tanrı’nın travması da yok bence veya egoyla savaşı ya da zihinle uğraşı. Hatta meditasyon bile yapmıyor! Tanrısal olan bizler, İlahi olan’ın tezahürüyse kusurlu olması mümkün değildir! Daha da önemlisi, bu denli muhteşem bir gezegende, kusurlu olmamız nasıl mümkün olabilir! Böyle muhteşem annenin, çocukları zavallı olabilir mi hiç… Burası aydınlanmış üstatlar gezegeni.

Amalar eklemeden, bahaneler üretmeden, kaynanayı bile affetmeden, gözün burnun çirkinliğiyle veya saçların güzelliğiyle kişi kendini kabul ettiğinde işte o zaman ruh kendini ifade edebilir hale geliyor. Egonun tüm karanlığı ve aydınlığıyla, zihnin her köşesiyle ve hatta karmaşasıyla, travmalarla ve yeteneklerle, her halinle kabulde olmak, kendini şefkati ve kendine dair sevgiyi açığa çıkarıyor ve o zaman bir şeyleri değiştirebilme gücünü içimizde buluyoruz.

Tüm iplerin koptuğu nokta, zaten aydınlanmış olduğumuzu “hatırladığımız” yani anladığımız ve kabul ettiğimiz andır aslında. Tüm bu amalardan sıyrılarak bunu kalpten dile getirmek bile büyük bir adımdır. Daha fazlası sadece o aydınlanmış ben’i tanımakla bitiyor.

İlk paragraflarda bahsettiğim o yüksek huzur halinden endişeli hale düşmem 3-4 saat sürdü. Çünkü “toplumsal yargılar” “ailenin yargıları” “kendi iç yargılarım” “mevcut otoritenin yargıları”, zihnime, kalbime “üşüşmeye” başladı. Bu temiz cama fırlatın çamur topları gibi bir histi. Bataklık gibi dibe çekmeye başladı. İşte o an, bizi aşağı çeken, o aydınlanmış ruh halinden ayıran toplumsal kâbusu fark ettim. Bütün mesele de bunda, bundan uyanmada.

İşin özeti, bu satırları muhteşem üstat yazıyor ve yine bu satırları muhteşem üstat okuyor, yani sen! Bunu anlamaya çalışma sadece hisset, yeter. Bizler aydınlanmış varlıklarız, hali hazırda tekâmül etmiş, insan olmayı deneyimleyen…

Aydınlanmış Üstat İNSAN

Exit mobile version