Ne bildiginin çok önemi var tabii. Bilgi bir nevi eterik omurga sağlıyor başlangıçta. Idraklenmek için gerekli bir hammadde. Farkındalık ile birlikte taşıyor seni idraklenmeye. Eyvallah.
Ama bir noktadan sonra, şuracıkta deyivereyim ki ne bildiğinin önemi epeyce azalıyor. Bilgi seni hayat yolunda tutsun, peki, uyanık ve farkında ilerle, elbette. Lâkin koy bakalım gül reçelinin tadını kütüphaneye, kızım dün gitti mesela – koy bakalım o gururla karışmış ince sızıyı klasörlere. Olmuyor değil mi? Olduramıyorum.
Hayatın kendisinin ve onun oğrettiklerinin yerini hiçbir şey tutmuyor. Hangi kitap öğretebilir sana canından aziz olanı bu acaip dünyanın uzağına bırakmayı? Bu bırakışla gelen, korunacağına dair imanı, teslimiyeti hangi ezberlenmiş dua koyar kalbine? Bende hiçbirisi değil.
Oturdum bahçenin kıyısına, bir avuç toprak aldım elime, öptüm toprağı ve dedim ki ona “Kızçemin altında sağlam dur. Onu zalimden, gölgeden ırak; bereketine, şefkatine yakın tut. Kara gözlüm sana ve suya emanet.”
Bilgi ve farkındalık yaşamı yönlendirmek için değil, neyi neden yaşıyor olduğunu anlamak için ise yarıyor bende. Yaşarken gelişine, duygusuyla, aktığı gibi anın içinden yürüyüp her adımda bunu bilgiye dönüştürmek. Önceden bildiğini tekrar etmek değil, o an açığa çıkanı görmek nasip olsun.
Olur ise böylesi, böylesi olsun