Korku ve cesaret… Bu iki duygu da bedenimizi var eden proteinlerin tepkileri arasında. Üretmiyorsa adrenalin, ne tepki vermesini bekliyoruz ki? Beden dediğimiz bu hücre bütünlüğünün moleküler yapısı, algısını da belirliyor.
Altı sene beynindeki her iki lobdaki görme merkezinin, aynı yerleri yanmış bir insanla paylaştım hayatımı… Bypass ameliyatı sırasında geçirdiği beyin enfarktüsünde mantar tarlası gibi yanmıştı beyninde bazı devreler. O andan sonra hiç göremedi sol yanını. “Göremedi” eksik bir tanım. “İdrak dışı kaldı” demeliyim aslında. Çünkü o andan sonra hiç tıraş etmedi sol yanağını… Yoktu ona göre… Aynaya baksa da yoktu. Karşısındaki insana baksa da yoktu. Bundan bir şikayeti de olmadı. Yoktu işte sol yan diye bir şey… Sol yanında kalmışsa düğmeler iliklenmezdi. Tabağın sol yanında kalanlar tabakta öylece dururken, o doymadım diye yeniden yemek isterdi. Su açılır ama kapatılmazdı. Elektrik de öyle. Ve bir anda geçti bu hale. Altmış yıldır parçası olduğu dünya bir anda, beyninin içindeki bir kısa devre yüzünden, devre dışı kalmıştı.
Ne alaka diyorsunuz şimdi… Çok alaka işte. Dış dünyada yok bir şey. Hepsi beynimizin içinde. Sağlıklı moleküller taşıyan bir beyin, pırıl pırıl son model bir bilgisayar gibi. Verimli, üretken, kabiliyetli… Moleküller sakata gelmişse yediklerimizle, içtiklerimizle, çevresel manyetik alanlar bozmuşsa vibrasyonlarımızı, halüsinasyonlar görmeye başlıyoruz. Her köşe başında bir baz istasyonu molekül yapımızı bozarken, bir hoparlörden gelen ses yönlendirebiliyor algı ve tepkilerimizi. Matriks filminde gibiyiz, sinema oynatıyorlar beynimizin içinde.
“Tabakta yemek yok, açım ben!” diyen eşim ile, tabağın dolu olduğunu gören ben arasında ki algı farkının tabakta değil de, beynimizin içinde olduğunu ve bir anda yok olabildiğini yıllar boyu taşınan algıların anladığım an, vurgun yemiş gibi olmuştum. Hem ne vurgun. Var ile yok iddiası ile geçti yıllar. Ben onu inandıramadım bir türlü varlığına ne tabaktaki yemeğin, ne de sol yanağının.
İnsanlığın var oluşundan bu yana ne kadar kayıt tutulmuşsa hepsi, her birimizin beyninde var olduğu için, o kayıtları dışarı yansıtan gözlerle baktığımızdan aynı görüyoruz evleri, ağaçları… Oysa hepsi moleküler kayıtta… Tepkilerimiz bir sonraki dizilimi getiriyor ekrana. Coşku, neşe, huzur dizilimi var; kaygı, endişe, korku dizilimi var… Seç beğen…
Hangi hal içinde olursak olalım enerji üretiyoruz. Sevgi hali içinde olsak diyelim ki beş birim, korku halinde olsak da beş birim.. Ya da birinde çok birinde az… Fark etmiyor önemli olan enerji üretmemiz… Kim için bilmiyorum, ne işe yarıyor ürettiğimiz enerji onu da bilmiyorum. Tek bildiğim bana huzur veren, coşku veren, içime iyi gelen, beni güzel şeyler yaratmaya iten enerjiler istiyorum etrafımda ki üstünde yükselebileyim.
Yükselince bir başka boyuta geçiyorum sanki. Beynimin içindeki sinema daha farklı filmler alıyor vizyona. Hoşnutluğum artıyor ürettiklerimden. Dışarıya bakınca başka hal, içeride başka hal.
Yediklerim içtiklerim diziyor filmin karelerini. Kimyasal içerikli, sentetik, doğala özdeş, genetiği ile oynanmış yiyecekler ve tüketenleri arttıkça dış dünya daha kaotik bir hal alıyor. Onların gördükleri resimler ile benim gördüklerim farklılaşmaya başladı. Garip olan hepsi gerçek. Hepsi kendi beyninde gerçek. Günü gelip bedenimi bıraktığımda toprağa, güzel moleküller çözülüp karışmalı bedenimden bilmem hangi formülüne mutluluğun.
Bir enerji üreteci isem, işe dönüştüğümde, hal bulduğumda sevinç üreten bir kaynak olmalıyım diye düşündüğümden özen gösteriyorum şu dokuz boğumlu gırtlaktan geçenlere. Soluduğum hava ayrı bir konu, derime sürdüğüm sabun da öyle. Yok demiştin dışarıda bir şeyler, hepsi beyninin içinde diyeceksiniz biliyorum. Evet beynimin içinde… Damarlarımda akan kanda milyon türlü madde var. Neyi kullanacağıma karar veren bilinç halinin yansıması o sabun, o hava…
Ben beni tüketebilirim korkuyla seçtiğim moleküller ile…
Ben beni üretebilirim sevgiyle seçtiğim moleküller ile…
Ne dedim ben şimdi?