Tiran, zorbalık ve zalimlikle ilişkilendirilmiş, şiddet eğilimli kişilik yapısına sahip kişilere denir. Kitleleri yönetirler ve Tanrıcılık oynarlar. Ufak Tiran hayatın içine karışmış, aramızda yaşayan zorba ve zalim kişiler olarak tanımlanabilir. Bazen bir aile üyesi, bazen bir işveren, iş arkadaşı, bazen bir sevgili, bir eş…
Sizin hiç özgüveninizi yerle bir etmeye çalışan bir Ufak Tiranınız oldu mu? Olmadıysa şayet, köşe bucak arayıp bir tane bulup hayatınıza dahil etmenizi ve sonra onu alt etmenin kazandıracağı coşkuyu yaşamanızı dilerim. Alt etmek deyince, yenmek, öldürmek anlaşılmamalı. Bu Ufak Tiran’ın enerji alanından çıkmak anlamına geliyor.
Ben onu, uzun çabalar harcamama gerek olmadan, gittiği son yerde yeniden yarattım. Kendimi bilim kurgu temalı bir alacakaranlık kuşağı oyuncusu gibi hissediyordum. Bir başka gerçeklikte yaşamaya benziyordu, belki de ta kendisiydi bu durum. Bir döngüden yaratılmış bir Ufak Tirandı o.
En yeni yetme kız halinizle, kurtlarla koşmaya başladınızsa; artık çakallar sürüsü bile üzerinize saldırsa, tininiz kartal olur uçar, yunus olur yüzer, kurt beniniz zeval görmez. Ve her dönüş yolculuğunun buna benzer bir güzergahı var sanırım. İnsanı ikilik dünyasından çıkartıp, bambaşka bir yere doğru gitmesi için yol gösteren o müthiş istenç. Yeter ki kimse kimseyi de kimse kendini de kandırmasın.
Derler ki; “ayağını yorganına göre uzat”; oysa ayağını yorganından çıkartmadan hayal bile kuramazsın. Düş yoksa neye yarar ki yaşamak. Ama unutmamak gerekir; kendi kendimizi delikleri çok küçük bir elekten geçirmemiz ve öncelikle içimizdeki Ufak Tiran’ı susturmamız gerekiyor. O, korku, kıskançlık, öfke ve arzularımızdan besleniyor. Ancak, olan bitene karşı tanık pozisyonunda kaldığımızda, bedenin bir giysiden farksız olduğunu da görüyoruz. Dünya boyutunda giyindiğimiz bir giysi.
Evet; arınarak dengede yaşayan ölümden korkmaz. Ölüm korkusu, bu hayatı, bu tonal ve kurgulanmış gerçeklikte gerçekleşen her şeyi fazla ciddiye almaktan başka bir şey değil. Ne kadar arınır ve dengelenirsek sonsuzluğa açılan insan bilincinin ötesine yükseliş, geçiş o kadar mümkün hale geliyor. Düalite ötesi.
Arınmaksa; defalarca Tin ameliyatı olmak gibi bir durum. Bilirsiniz; her tırtıl kelebeğe dönüşmüyor. Çoğunlukla güve olarak kozadan çıkıyorlar. Ve kelebeğin koza içindeki değişim ve dönüşüm süreci çok ilginç. Güve değil de kelebek olmak için bir tırtılın, yeterli sayıda hayalci hücreler üretmesi gerektiği bilimsel olarak belirlenmiş. İşte biz de ancak benliğimizi bilerek parçalayarak, kişisel önemlilik ve kibirli benliklerimizden arınıp içimizdeki öze ulaşıyoruz. Arınmak değil mi bu? Korkulardan arınmış özgürlük bu değil mi?
Fakat, idrak, başka bir deyişle istenç oluşana dek masum, gaspçı fark etmiyor. Ki idrak kapısı pas ve örümcek bağlamış ve sabitlenmiş bir çoğunluk, bir güruh var. İşte burada kendimizi konumlamamız gereken yer; tanıklık duruşu. Bu yapış yapış, salıncak, sarkaç gibi tepemizde sallanan ikilikten çıktığımız anda yeni bir kapı açılıyor. Orası; kuantum evreni, büyülü evren. İkilik olmayan ve sanırım insan kalıbından çıkılan yegâne yer.
Ama algılarımızda normalleştirilmiş anormalliklerin ne kadar farkındayız? Doğduğumuz andan itibaren, yapılmış bir sürü benliklerle baştan aşağı boyandığımızın ne kadar ayırdına varabiliyoruz?
Bir şeyler olur. Ağır ve sevimsiz ve dehşet verici. Ya da pek neşe verici, coşkulu… Hepsinin etkisinden çıktığınız anda değiştiğinizi hissedersiniz. Yaşananlar hem yaşanmış hem hiç yaşanmamış gibi. Siz bir anlamda aynı sizsinizdir ama çok değişmişsinizdir artık. İnsan, algıladığı şey canını acıttığı zaman, o acıya katlanabilmek için, tozları halı altına süpürür gibi, acıyı bilinçaltına süpürüyor da, eğlenceli olanları tutup bilinç üzerine yapıştırmak istiyor. Yok öyle bir şey. Bu dünya gerçekliğinde yok!
Acıyla savaştığımızda, acıyı daha çok hissetmeye devam ediyoruz. Oysa, acının sürecine teslim olup, içimizden geçip gitmesine izin verdiğimiz zaman niyetle birlikte özgürleşebiliriz. Ve bu sevgi için de geçerli. Romantik spiritüellik tüm hayatın içine yayılmışsa duygularınızın güdümünde yaşıyor sayılabilirsiniz. Bu da hem romantizmin hem de spiritüelliğin arabeskleşmesine sebep oluyor. Hep aynı tonda ve oldukça detone.
Hepimiz, insan çeşitliliğinin bol olduğu ama inanılması güç bir tek tiplilik dünyasında yaşayan oyuncularız.
Bu yüzden, Ufak Tiran arketipi çok önemli. Savaşçılık yolunda mutlaka yaşaması gereken bir ilişki. Kişinin, kötülüğün bedenlenmiş bu Ufak Tiran halini aşıp yoluna gitmesi onu güçlendiriyor. Erke kazandırıyor. Onun sayesinde, savaşçı kendindeki zaafları, çıkıntıları görüp onları törpülüyor. Ufak Tiranlar, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, başımızın taçları. Onlar olmasa savaşçılık yolu çok sıradan olurdu. Onlar bize kendi özdeğerimizi hatırlatıyorlar. Onları alt edince enerji yenileniyor, insanın fiziki görünümü bile ışıldıyor. Ne mutlu ne de mutsuz olduğunuz; hem neşeli hem hüzünlü halin etkisiz ve tepkisizliğine ulaşılıyor… Böylece, nihayet kendi evreninizi yaratmış olursunuz. Ölmeden öldünüz işte.
Hayat, yaşananlar, olanlar aslında hepsi birer törpü. Kendimizi yontuyoruz sürekli. Gereksiz çıkıntılarımız var ve hayatı zorlaştırıyor. Aşırılıklar, kesici uzantılar, sabırsızca ortaya dökülen, sakinliği ve içsel huzuru bozan bir sürü saçmalıklar. Bu hayatta bir zerreden ibaretiz tek tek. Ama bütünden kopmuş, bütüne dönecek bir zerrecik her zaman biriciktir. Dönülecek yere de virüs gibi dönemeyiz. Pürü pak olmak gerek. Arınmış ve dengeli.
Ve hayat olmadığımız biri gibi görünmek için çaba harcamaya değmeyecek kadar kısa.
Evet çok haklısınız, kendimizi gerçekleştirme yolcularıyız hepimiz. İlhamlarımız bol olsun. Saygılar.
Sevgili Rüya, Beden yıkanır, ruh arınır. Ve ruh, bazen sadece susarak temizlenir… Modern yaşamın karmaşasında savrulurken iç dengemizi kaybetmemek neredeyse bir ustalık işi. “Arınarak Dengede Yaşamak” yazısı, sadece beden değil; zihin ve ruh arınmasıyla yaşamı yeniden dengelemenin yollarını hatırlatıyor. Kalemine emeğine sağlık…