Denizin yeşil adalarında
Günümüzde gölgeli mercanların büyüdüğü
Kibir, gösteriş ve alayişle
Yükselirdi kadim Atlantis sarayları
JOHN MASEIFELD
İnsanlık olağanca hızıyla geleceğe doğru ilerlerken; bir yandan da geçmişinin perdesini aralamaya devam ediyor. Özellikle son zamanlarda insanoğlunun ve uygarlığın başlangıcına olan ilginin gittikçe arttığını söyleyebiliriz. Bilinen ilk uygarlığın başlangıç tarihi gerçekte nedir? Son çalışmalarla bu gittikçe geriye çekilmektedir. Bilim insanları bu konuyu araştırdıkça yeni karbon testleri ile aslında bize öğretilen tarihin hiç de öyle olmadığını fark etmektedirler. Tıpkı Yunan filozof Eflatun’un Solon’a dediği gibi;
“Ey Solon! Bildiğiniz tarih çocuk masalı bile değildir.”
Tarih, uygarlığın ilk olarak Mezopotamya topraklarında, Sümerlilerle başladığını söyler. Fakat aslında öyle mi?
İnsanlık uygar bir seviyeye çok daha önceleri ulaşmış olabilir mi?
İlk uygarlığın başlangıcı Mezopotamya değil de bir başka konum olabilir mi?
Ve tüm uygarlıklar bu konumdan yayılmış olabilir mi?
O halde bu konum nerededir?
Bu soruların cevabı uzaklardan, sisli bir okyanusun derinliklerinden birer fısıltı şeklinde kulağımıza doğru gelmektedir. Bu cevap: Atlantis’tir. Şu anda adını verdiği Atlantik Okyanusu’nun derinliklerinde sessizce uzanmaktadır. Sulara gömülmüş bu ülke hakkında şu zamana kadar yaklaşık 3000 makale yayınlandı. Üstelik bu rakama dergi yazıları ve kitaplar dahil değil. 21. yüzyılda biriken bilimsel kanıtların miktarı bu batık kıta teorisini hızla gerçeğe dönüştürecek gibi gözüküyor. Atlantis’in gerçekten var olduğuna inanan araştırmacılar bu kayıp kıtanın, uygarlıkların beşiği olduğunu ve binyıllar önce büyük depremlerle okyanusun derinliklerine gömüldüğü konusunda hemfikirler. Günümüzde ise bu büyük adanın gözle görülür kanıtları olarak yine adanın en yüksek tepelerinin Atlantik Okyanusu’nda adalar şeklinde gözükmekte olduğunu iddia ederler. Diğer yandan bazı eleştirel görüşler ise Atlantis’i, Yunan filozof Eflatun’un kendi diyaloglarından ikisine fon olarak kullanmak için uydurduğu bir efsane olarak değerlendirmektedir. Bu efsanenin romantik kişiler tarafından yüzyıllar boyu yaratıldığına ve bugüne kadar sürdürüldüğüne inanmaktadırlar. (Berlitz, 1976)
Eflatun’un hikâyesinde Atlantis; Herkül Sütunları’nın ötesinde (Cebelitarık Boğazı) yer alan, Batı Avrupa ve Afrika’nın birçok kısmını fetheden, Solon’un zamanından 9000 yıl önce (yaklaşık M.Ö 9500) Atina’yı da fethetmeye çalışan; ancak başarılı olamayıp bir gecede okyanusa batan bir uygarlıktır. Ancak Atlantis bazı kesimler tarafından hala bir efsane olarak görülür ve bu, İnsanların uydurduğu bir hikâyedir. Fakat günümüz jeologları Atlantik’te bir kıtanın var olduğu ve sonradan battığı konusunda birleşmektedirler. Tüm bulgular bunu işaret etmektedir. Sorun ise bu gelişmiş uygarlığı insanlık tarihinde nereye konumlandıracaklarını bilememeleri gibi gözükmektedir. Çünkü böyle gelişmiş bir uygarlığı konumlandırdıklarında ve gerçekten medeniyetin bu uygarlıktan yayıldığını ispatladıklarında birçok bilgi alt üst olacaktır. Belki de bu durum onları korkutuyor olabilir. Fakat gerçeklerin gün yüzüne çıkacağı günler de adım adım yaklaşıyor gibi gözükmektedir.
Dünyada su düzeyinin yükseldiği ve eskiden kara olan bazı bölgelerin bugün deniz seviyesi altında kaldığı bir gerçektir. Bu gibi olaylarda denizin altında keşif yapıp, kalıntı bulan kişinin dudaklarından hemen Atlantis kelimesi dökülür. Aslında içten içe onu aramaktadırlar. İşte bunlardan biri, 1960 yılında Bimini Adası yakınında, deniz dibinde bazı yollar ve harabeler bulunmasıdır. Bu buluntulara ait fotoğraflar ise yayınlanmıştır. İşte o fotoğraflardan bazıları:
Elbette fiziksel olarak Atlantis’e kanıt oluşturabilecek daha başka buluntular da yok değil… İşte Turgut Gürsan’ın Atlantis-Kayıp Bir Uygarlığın Sırları adlı kitabından diğer kanıtların bazıları:
- 1977 yılında Bahamalar açıklarında dev bir piramit bulundu. Ari Marshall keşif heyeti tarafından açıklandığına göre bu piramit 198 metre yüksekliğindeydi. Bu derinlikte suyun renginin siyah olmasına rağmen, piramitin etrafında yeşil renkli bir su tabakası bulunuyordu.
- Sovyet araştırmacılar, bir Atlantik keşif gezisi sırasında lavlar tarafından yok edilmiş bir şehir kalıntısı bulduklarını bildirmişlerdir. (Aztekler ve Mayalar tarihi “Atlan”ın bu şekilde yok olduğunu yazmışlardı.) Bu keşif New York Times gazetesinin 21 Mayıs 1978 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
- Derin denizlere dalabilen Aluminaut adlı denizaltı, Atlantik Okyanusu’nun dibinde magnezyum oksitten yapılmış ve iyi korunmuş yollar keşfetti. Bu yol deniz dibinde Florida’dan Güney Carolina’ya kadar uzanıyordu.
- Atlantik Okyanusu’nun dibinde (3100 metre derinlikte) on bir odası olan ve tepesinde dev bir kristal küre bulunan devasa bir piramit keşfedildi.
- Cappelavo, 1981 yılındaki keşif gezisinde, Kanarya Adaları yakınında deniz tabanında ilginç sembollerle dolu esrarengiz bir kalıntıya rastlamıştı.
- Dmitri Rebikoff, sualtı platformu ve özel lensler yardımıyla deniz dibindeki harabelerin, özellikle mermerden yapılmış denizaltı akropolisinin ve sütunların fotoğraflarını çekti.
- New Hampshire Üniversitesi’nde jeoloji uzmanı olan Dr. C. Hapgood, eski bir haritada (Piri Reis haritasında) bilinmeyen bir Atlantik Adası’nın gösterildiğine dikkat çekiyor.
- Kolomb, Amerika yolculuğuna çıkmadan önce, Atlantis’ten bahseden antik Yunan harita ve belgelerini incelemişti.
BİR ATLANTİS SÖYLENCESİ
İnsanlık her zaman bir zamanlar Altın Çağ’ın yaşandığı ve her şeyin mükemmel olduğu uzak bir geçmişin anılarının içgüdüsel bilgisiyle doludur. Acı, zahmet, hastalık ve ölümün bulunmadığı Ütopya kavramı sanki bu Atlantis öykülerinde özellikle kendine yer bulmuş gibidir. Avalon, Cennet Bahçesi, Valhalla, Kutlu Adalar, Arcadia… Daha birçok kültürde Atlantis’in adı direkt olarak söylenmese de halk arasında efsanevi yer olarak kolektif hafızalara kazınmıştır. Filozofların, sanatçıların, romancıların, gizemcilerin yüzyıllar boyu özenle beslediği Atlantis efsanesi artık sadece onlara özgü bir efsane veya hayal değil. Bilimsel disiplinler de kendi Atlantis düşlerini hayata geçirmektedirler.
Peki, Atlantis adının kökeni nedir?
Bilgilerimizin çoğunu, Atlantis kavramıyla ve yitik kıtanın kendi adını taşıyan okyanusta bulunduğu yolundaki görüşte tanış gözüken Greko Romen dünyası yazarlarına borçluyuz. Atalanteler, Ataranteler ve Atlantioi gibi kuzeybatı Afrika aşiretlerine yapılan kadim göndermeler, erken Atlantis sömürgelerine işaret etmektedir. Kuzey Afrika berberileri arasında da günümüzde okyanusun dibine gömülmüş ancak kehanete göre yeniden yükselecek olan altın, gümüş ve kalay madenleri ile zengin bir Attala söylencesi vardır. İrlanda, Galler ve Britanya’nın diğer bölümlerinden eski Keltler de atalarının ‘Avalon’ olarak adlandırılan ve sonunda deniz tanrısının ilhak ettiği, batıdaki bir ülkeden geldiğine inanmaktaydılar. Güneybatı Fransa ve kuzey İspanya Baskları, ‘Atlaintika’ dedikleri eski Atlantislilerin torunları olduklarını öne sürerler. (Hope, 1994)
Fenikeliler ise ‘Antilla’ olarak adlandırdıkları çok zengin ve gelişmiş bir adadan söz etmekteler. Bir Arap söylencesi batı okyanusunda uygarlığın beşiği olduğuna inandıkları Ad isimli bir ülkeden söz eder. Hatta Ad Kavmi’nin helakı olayı da Atlantis’in yok olması olabilir mi? Bence olması yüksek ihtimal gibi gözüküyor.
Sadece bunlarla da son bulmuyor… Kızılderili kabileleri doğudaki denizde bulunan devasa bir adadan gelen atalarının geleneklerini sürdürürken, Wiscounsin yerlilerinin Azatlan adını verdikleri bir köyleri bile var! Mayaların kutsal kitabı Popol-Vuh, Aztlan’la sömürgeleri arasında prenslerinin gidip geldiğini aktarır. Bu kayıp ülkenin aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerini sömürgeleştirdiği konusu sadece Popol-Vuh’ta değil, bazı anlatımlar arasında da yerini alır. Hatta III. Ramses’in Medinet Habu yazıtlarında Deniz’in İşgalci Yabancı Halkları (Bu halkın batıda bir okyanustaki adadan geldiği biliniyordu) ile yaptığı savaşlardan ve onları nasıl püskürttüğünden bahsetmektedir. Medinet Habu kompleksinin duvarlarına bu savaşın öyküsünün kazınmış olduğunu görürüz.
Bir diğer Atlantis ile bağlantılı efsane “Tüylü Yılan Quetzalcoatl” efsanesidir. Ünlü piramitbilim ve ilişkin disiplinler araştırmacısı Lemesurier, Quetzalcoatl adındaki son hece ‘atl’ Nahua dilinde su, ilişkin bir sözcük olan ‘atatl’ın ise ok anlamına geldiğini ifade eder. Tanrı Atlaua, Suların Efendisi’dir. Bu da pek tesadüfe benziyor gibi gözükmüyor. Bu tanrısallaştırılmış insanın (ki tarihte bu gibi insanlara sık rastlarız) Atlantis’ten geldiğine inanan teorisyenler mevcut. Çünkü bu adam bir gemi ile gelip, Meksika’nın sakinlerine yerleşik tarımı, tapınak inşa etmek için gerekli becerileri öğretir. Ardından tekrardan gemisine binip uzaklaşır. Bu gizemli adam bir tanrı, sık sık bir yılan olarak tasvir edilse de daha çok insan biçiminde gösterilir. Yılan aslında onun sembolü ve ikinci kişiliğidir. Yılan sembolü ise ezoterik öğretilerde bilgelik olarak geçmektedir.
Genellikle “uzun sakallı beyaz bir adam” “gizemli bir kişi” olarak tanımlanır, Quetzalcoatl. Güçlü bir vücut yapısı, geniş alnı, iri gözleri ve dalgalı sakalı olan beyaz bir adam… (Atlantis’in sakinlerinin fiziksel özelliklerine yakın bir tanımdır bu) Gerçekten de Quetzalcoatl’ın nitelikleri ve yaşam öyküsü o kadar insanidir ki, onun gerçek bir tarihsel karakter olması ihtimal dışı değildir. Aynı şey ‘Oannes’ için de pekâlâ söylenebilir. Oannes de Quetzalcoatl gibi tasvir edilmiştir. Görünüşe göre Quetzalcoatl kendi gibi bilge ve büyücü kardeşliğiyle seyahat ediyordu. Meksika’ya “küreksiz, kendi kendine hareket eden bir tekneyle denizin ötesinden” geldiklerini ve Quetzalcoatl’ın “şehirlerin kurucusu, yasaların koyucusu ve takvimin öğretmeni” olarak görüldüğünü öğreniyoruz. (Hancock, 2022) ‘Küreksiz, kendi kendine hareket eden bir tekne’ o zaman için oldukça ileri bir teknoloji gibi gözüküyor.
İskandinav efsanelerinde ise ortalama 2 metre boyundaki sarışın, mavi gözlü anaerkil bir toplum oluşturan insanların yaşadığı bir ülkeden söz ederler. Bu ülkenin adı Atland’dır.
Atlantis söylencesinin en net ve canlı aktarıldığı eser Eflatun’un eski Mısırlıların Atlantis miraslarına ilişkin inançlarını da kapsayan Critias ve Timaeus’udur. Eflatun, Tanrı Poseidon ve ölümlü karısı Cleito’nun, bereketli ve mutlu Atlantis ülkesine uygarlığın başlangıcında yerleştiklerini, 5 adet erkek ikiz çocukları olduğunu ve Poseidon’un her bir oğlu için adayı 10’a ayırdığından bahseder. En büyük oğlu Atlas, anne-babasının yaşadığı, en değerli olan adayı alır ve çevredeki okyanusa da Atlantis adı verilir. Yunancada Atlantis, “Atlas’ın Kızı” anlamına gelir.
Yunan mitolojisinde Poseidon ve diğer tanrılar ve tanrıçalar, insanlar gibi duygulara sahip olarak tanımlanırlar. Güçlü silahlar kullanıp, olağanüstü bir hızla seyahat edebilseler bile, insani ilişkileri vardır. Zeus panteonu ile Mezopotamya’daki tabletlerde, cennetten gelen ziyaretçiler olarak anlatılan Sümer Tanrıları arasındaki büyük benzerlik dikkat çeker. Poseidon’un ölümlü bir kadınla (Cleito) evlenmesi olayı Sümer yazıtlarında belirtilmiş olana çok benzer. Sümerlilerin yerleşik tarih bilgisinde ilk medeni uygarlığı oluşturan toplum olarak bilindiğini de hatırlatalım.
Atlantis hakkında birçok efsane olmakla birlikte birçok kitap da yazılmıştır. Kuşkusuz ki bunlardan en önemlisi Ignatius Donnelly’in (1831-1901) ‘Atlantis-Tufan Öncesi Dünya’ adlı eseridir. Donnelly, Azor Adaları bölgesinde denizin dibinde bulunan ve adına Yunus Sırtı dediği bir yükseltiyi batık Atlantis’in yüzeyde kalan bir kısmı olarak gösterir. (Gadow, 1974)
Ayrıca Donnelly bu eserinde Atlantis hakkında 13 madde sıralar. Bunlar:
- Bir zamanlar Atlantik okyanusunda, Akdeniz’in ağzının karşısında büyük bir ada bulunmaktaydı. Bu ada, daha önce Atlantik kıtası adıyla var olan kıtanın kalıntısıydı ve adı da Atlantis’ti.
- Eflatun’un bu adayı ilgilendiren anlatımları genellikle sanıldığı gibi masal değil, gerçek tarihtir.
- İnsanoğlunun barbarlık düzeyinden uygarlık düzeyine ilk yükseldiği yer, Atlantis’tir.
- Atlantis, çağlar boyunca gelişerek kalabalık ve güçlü bir ülke haline gelmiş, oradan dağılan insanlar Meksika körfezinin Mississippi nehrinin, Amazonun kıyılarında, Güney Amerika’nın pasifik kıyılarında, Akdeniz’de, Avrupa ve Afrika’nın batısında, Karadeniz ve Hazar Denizi kıyılarında da uygar toplumları oluşturmuştur.
- Eskiçağ uygarlıklarında kullanılan Cennet Bahçesi, Essîya Bahçeleri, Alcinous Bahçeleri, Olympos Dağı gibi sözlerle daha eski ve çok yaygın bir uygarlığı, bu kavimlerin hepsinin hatırladığını kanıtlayan ifadeler, Atlantis’i simgelemektedir.
- Eski Yunan, Fenike, Hindu ve İskandinav tanrı ve tanrıçaları aslında Atlantis’in kral ve kraliçeleridir. Bu kişilere mitolojide atfedilen serüvenler olayların karışık ve deforme anılarıdır.
- Mısır ve Peru mitolojisi olarak tanıdığımız anlatımlar, aslında Atlantislilerin inandığı dinin kendisidir ve güneşe tapma esasına dayanır.
- Atlantis’in kurduğu ilk koloni Mısır’dır. Mısır’ın uygarlığı, Atlantik adasındaki uygarlığın bir röprodüksiyonudur.
- Avrupa’ya tunç devri Atlantis’ten gelmiştir. Aynı zamanda Atlantis’liler demiri de işleyen ilk ırktır.
- Tüm Avrupa alfabelerinin atası olan Fenike alfabesi, Atlanta alfabesinden alınmıştır.
- Aryen ve İndo-Avrupa ırklarının, Sami ırkının ve büyük bir olasılıkla Turan ırkının ilk vatanı Atlantis’tir.
- Atlantis korkunç bir yer sarsıntısı sonucu mahvolmuş, ada tümüyle okyanusun dibine çökmüş, hemen hemen bütün halkı da birlikte yok olmuştur.
- Tek tük insanlar tekne ve sallarla kurtulmuş, doğuda ve batıda yaşayan uluslara başlarına gelen büyük felâketin haberini götürmüş, bu haberler de günümüze kadar çeşitli ulusların tufan efsanelerini oluşturmuştur.
CAYCE VE ATLANTİS
Edgar Cayce psişik bir araştırmacıdır. Virginia’da yaşamış ve 1923-1944 tarihleri arasında birçok kehanette bulunmuş ve ‘uyuyan kâhin’ olarak anılmasına sebep olan çeşitli trans deneyimleri yaşamış olan bir medyumdur. Birçok kişi ile regresyon seansları yapmış ve bu seanslarında Atlantis konusu sık sık kendine yer edinmiştir.
Atlantis kehanetleri Cayce’ın kehanetlerinin sadece bir bölümüdür. Atlantis’i tarif ederken Cayce, batık kıtanın okyanusta Bahamalar’ın yakınından başladığını, esasen Bahamalar’ın bu kıtanın dağlarını oluşturduğunu, kıtanın bu bölgesine ‘Poseidia’ denildiğini söylemiş ve ‘Poseidia, Atlantis’in ilk su yüzüne çıkan yörelerinden biri olacaktır’ demiştir. Bu söyleminden sonra gerçekten Bimini açıklarında ve Andres’in kuzey ucunda birtakım yapıların su yüzüne doğru yükseldiği fark edilmiş bulunmaktadır. Bunların ne olduğu ne kadar eski olduğu henüz saptanmamış olmakla birlikte, işin en şaşırtıcı yanı bu yapıların tam denilen zamanda ve denilen yerde yükselmiş, göze görünür hale gelmiş olmasıdır! Sözü edilen yörenin güneyinde ‘Okyanus Dili’ denilen ve derinliği 6000 metreyi bulan bir su altı çukuru bulunmaktadır. Bu durum, Cayce’in ‘Bimini batık kıtanın en yüksek yörelerinden biridir,’ sözüne de pek güzelce uymaktadır. Bulgularla ilgili ilk incelemelere göre, yapı bir kaya üzerine kuruludur. Duvarları kumla örtülüdür. Bu yüzden, su altında yapıyı fark etmek güçtür. Fakat uçaktan bakıldığında yapının dikdörtgen çizgileri daha açıkça belli olmaktadır. (Berlitz, 1976)
Cayce’a göre İnkalar’ın kökenlerinin kaynağı, ülkenin hem içinde hem de dışındadır. Mayalar’ın esrarengiz göçleri, Atlantik Okyanusu’nun sularının tehdidi yüzündendir. Tümülüsleri yapanlar, yani Eski Mayalar, ileride Birleşik Devletler adını alacak olan ülkenin merkezine ilk gelenlerdir. Yeni buluntular, insanın bu bölgelerde çağımızdan 7000 yıl öncesinde de yaşamakta olduğunu kanıtlamaktadır. Keza antik Mısırlıların da kökeninin ülkenin hem içinde hem dışında olduğu söylenmekte ve ayrıca Mısır’a gelen bazı ‘tanrısallaştırılmış insanlardan’ bahsedilmektedir. Mısır Mitolojisi’nin oluşumu tesadüf değildir. Bu insanlar, tıpkı Quetzalquatl olayında olduğu gibi Mısır’a medeniyeti getirmiş ve hatta Mısırlılar’ın piramitleri yapmalarını sağlamışlardır. Mesela; Mısır Tanrısı Thot bunlardan biridir. Yine tanrısallaştırılmış bir insan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Edgar Cayce gerçekleştirdiği seanslarından ve kişisel deneyimlerinden elde ettiği bilgilerde ayrıca Atlantisliler’in bazı fiziksel ve ruhsal özelliklerine de değinmiştir. Mesela; bunlardan biri Atlantisliler’in zihin güçleriyle bedenlerini kontrol altında tutabildiklerini söylemesidir. Bu özellikleri ataları kendileri gibi gelişmiş bir medeniyet olan Lemuryalılar’dan kalan, kalıtımsal bir özellik olduğu düşünülmüştür. Zira 100.000 yıldan fazla bir zaman önce Lemuryalılar, tıpkı Atlantis’in uğrayacağı akıbetin bir benzerini yaşadılar ve Pasifikte gittikçe istikrarsızlaşan ülkelerin batacağını önceden tahmin ettikleri için evlerini terk ettiler ve Atlantis’in güneyine geçtiler. Lemurya eski bir ülkeydi ve Atlantis gibi, topraklarının çoğunluğu okyanus sularında kaybolmadan önce, sürekli olarak depremlere ve volkanik patlamalara maruz kalıyordu. Atlantis de tıpkı Lemuryalı ataları gibi önceden felaketi sezmişler ve gemilerle diğer ülkelere göç etmişlerdir. Özellikle Güney, Kuzey Amerika’ya ve Mısır’a. Böylece Aztek, İnka, Maya, Mısır gibi medeniyetleri oluşturmuşlar ve birçok bilgiyi onlara öğretmişlerdir.
Teozofi Derneği’nin kurucusu Madam Blavatsky, Lemurya’nın insanlığın doğum yeri olduğunu söyler. Belki de Âdem ile Havva’nın yaşadığı Cennet Bahçesi ile tarif edilen yer burası olabilir.
Mu uygarlığının en büyük evladı Atlantis’tir. Atlantis de Grönland’a yakın bölgelerden İrlanda’yı içine alacak şekilde bütün Kuzeydoğu Amerika’nın doğu kıyılarından aşağıya doğru, Güney Amerika’nın doğu kıyılarını kapsayacak şekilde bölgede yer almaktadır. Bu iki uygarlığın birbirleriyle senkronizasyonu çok büyüktür. Onlar kendilerinden öncedeki büyük kozmik uygarlığın birer merkezi halinde çalıştıkları için birbirilerine bağlı olarak gelişmişlerdir. Hem gelişimlerindeki hem de çöküşlerindeki çizgi hemen hemen birbirine paraleledir. Bütün insanlığın uygarlık adına yaptığı her şeyin temel bilgisi ve ilkeleri bu iki büyük merkezden yayılmış veya onların öğretileriyle nakledilmiştir. (Andrews, 1997)
Doğal olarak şunu sorarız: Atlantis ve Mu’dan Anadolu’ya da göç olmuş mudur?
Evet, tıpkı diğer ülkelere olduğu gibi Anadolu topraklarına da göçler yaşanmıştır. Hatta Anadolu bu konuda adeta bir kavşak noktası gibi olmuştur. Geleneksel tarihçiler göçlerin fiziksel kökenlerine odaklanıp, bazı açıklamalar yaptılar elbette fakat atladıkları şey Mu ve Atlantis’ten, Anadolu’ya göçün sadece uygarlık bağlamında olmadığı ayrıca onların getirmiş olduğu genetik kodları da olduğu gerçeğidir.
Anadolu neden bu kadar önemlidir?
Çünkü Anadolu’ya hem Mu hem Atlantis’ten göç olmuştur. Bu iki her yönden gelişkin uygarlık Anadolu’da adeta harmanlanmışlardır. Özellikle Ege Denizi ve İskenderiye’ye kadar uzanan bölge işte bu yüzden çok önemlidir. Atlantis ve Mu halkının en büyük özelliklerinden biri tıpkı Cayce’ın da dediği gibi duyu dışı algılamaları ve manevi yönleridir. Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği nitelik daha çok psişiktir; ruhsal dünyaya dönüktürler. Bu da DNA’larına kodlanmıştır. İşte bu yüzden Anadolu vazifelidir demişlerdir. Üstad Ergün Arıkdal’ın bu konuda Anadolu Misyonu adlı bir kitabı da mevcuttur. Bu kitabında Anadolu için şunları yazmıştır:
“Anadolu merkez bir ülkedir ve ışığı her taraftan görülecektir. Şu anda Anadolu için yaratılmakta olan konum bu maksadı taşımaktadır. Hem içeriden hem de dışarıdan büyük bir destek alarak kendini Yüce Vazifesi’ne hazırlamaktadır. İnsanlığın spiritüel tekamülünün çatısı kurulmuştur. Şimdi artık gerçek binanın inşasına geçilecektir.”
Tek değil; dünya gezegeninde birçok tufanın yaşandığı ile ilgili teoriler geliştiriledursun, başımıza tekrardan böyle bir felaketin gelmeyeceğine ne kadar eminiz? Zira bizler de atalarımızın düştüğü hataya düşmüş gibiyiz ne yazık ki… İşte bu noktada özellikle Anadolu halkının vazifesi gün yüzüne çıkmaktadır. O da: Mu ve Atlantis’in kaderini yaşamamak için insanları içe, yani ruhsal özlerine döndürmek ve onları birleştirmektir.
YOKOLUŞ
“Lüks egemen olduğunda ateş dünyayı tüketir, su da onu yıkayıp götürür.”
BURMA ATASÖZÜ
Atlantis her anlamda gelişmiş bir uygarlıktı. Fakat atalarının ruhsal yeteneklerini uygarlığın sonuna doğru kötü yönde kullanmaya başladılar ve fazlaca materyalizme daldılar. Mal, mülk, ayrımcılık derken gittikçe ruhsal özlerinden uzaklaştılar. Bunun yanında Atlantis’in psişik yönleri kuvvetli olduğu için doğanın elementlerini nasıl kullanabileceklerini bilen majisyenleri vardı. Hatta öyle ki; diğer ülkeler üzerinde bunları savaş zamanlarında birer yıldırma politikası olarak kullanabiliyorlardı. Bir başka söylenceye göre Atlantisli majisyenler, çeşitli majik yöntemlerle işgal edecekleri ülkeye hastalık yayabilecek derecede kuvvetli büyüler biliyorlardı.
Doğayla içsel ve uyumlu bağlantı kurabilme özelliklerini yitiren Atlantisliler, yeteneklerini hırsları için kullandıklarında ürettikleri telürik enerjiler ülkelerinin volkanik ve tektonik hareketlerini tetikledi; sonunda ise beklenen son gerçekleşti. Fakat bu son tek bir darbede olmadı. Birkaç binyıl içerisinde artarda gelen üç felaketin üçüncüsü adayı tamamen denizin dibine yolladı. Hatta ada son zamanlarında zaten bu felaketlerle üçe bölünmüş durumdaydı. Çok değerli Alman Medyum ve mühendis Dr. Otto Muck ise o sıralarda yanmakta olan büyük bir meteorun Atlantik okyanusuna çarptığına ve son darbeyi onun vurduğuna inanmaktadır.
Sümerlilerin Gılgamış Destanı’nda yeryüzünü saran sel, benzer bir şekilde aklatılır. Bir Karayip adası olan Haiti’deki insanlar, atalarının ülkesi olan Büyük Ülke’nin yağmur, sel ve volkanlardan fışkıran ateşle yok olduğunu anlatır. Atlantik Okyanusu’nun kıyısındaki hemen her ülkede, doğal afetler ve sellerden bahsedilir. Bu felaketlerin aslında neye benzediğini hiçbirimiz bilemeyiz çünkü o zaman dünyada yaşayanlar o kadar mahvolmuşlardı ki, geriye sadece hikayeleri kalmıştır. Dolayısıyla bunlarla yetinmek durumundayız. Peki, bu adanın yıkımdan önceki son nüfusu neydi? Eflatun, Critias’ında Atlantis’in ordularının azametini ve sayısını çok detaylı anlatır. Buradan da yaklaşık 25 milyon kişilik bir nüfustan söz edebiliyoruz.
Ne oldu da Atlantis tıpkı Lemuryalı ataları gibi suyun dibini boyladı? Bunun kesin bir nedenini bilmiyoruz fakat yukarıda da bahsettiğim gibi yozlaştıklarını (özellikle ahlaken) ve ellerindeki enerjetik güçleri kötüye kullandıkları için bazı doğa olaylarına sebep oldukları konusunda söylemler mevcut. Bu konuda en popüler bilgiyi yine Edgar Cayce’tan edinebiliriz. Ona göre Atlantis’in son zamanlarında (M.Ö 10.000) iki grup arasındaki çatışma doruğuna çıkmıştı. Bu iki grup: Belial’in Oğulları ve Bir’in Oğulları idi. Bir’in Oğulları aşka, ibadete ve meditasyona yönelik olup böylelikle kutsal bilgiye ulaşacaklarına inanan daha spiritüel ve doğa ile insanın dengesini savunan grup iken, Belial’in Oğulları kolaylığa, keyfe, mala mülke düşkün ve manevi değerlerden yoksun bir gruptu. Özellikle son zamanlardaki Belial’in Oğulları’nın yükselen faaliyetleri ve onlara uyan Atlantis halkı ne yazık ki ülkelerinin hazin sonunu hazırlamışlardır.
Edgar Cayce bazı okumalarında uzaylılardan da söz eder. Atlantis’in son zamanlarında dünyaya gelen bazı UFO’ları tarif eder ve bu varlıkların Atlantisliler’i yok olma tehlikesine karşı uyardığını da ekler. Kim bilir, belki de şimdi de aynı uyarıyı yapıyorlardır fakat insanlık bunu bir türlü fark edemiyordur. Aslında bazı şeyleri görmemiz için uyarıya da ihtiyacımız yok. İnsanlığın uyarı yapılmasına da gerek olmadan görmesi ve silkinmesi dileğiyle yazımı burada noktalıyorum.
NORA GÜLÜM ERDİNÇ
Çok güzel bir araştırma olmuş. Emeğine sağlık Gülüm, Atlantis ile ilgili farkındalıklı bilgiler edinmiş olduk.