Cellini’nin Bronz Perseus’u ve Medusa’nın Çığlığı
Arno Nehri’nin kenarında, parke taşlı sokakları adımlıyorum. Kaba, mermer blokların bir şahesere dönüştüğü, her fısıltının bir şiire karıştığı, sanatın ilahi bir ibadet gibi görüldüğü Floransa’dayım. Hava sıcak ama sokak boyunca karşılıklı dizilmiş binaların gölgeleri hem birbirlerine hem de üzerimize düşüyor. Akıp giden kalabalığı izlerken köşedeki dondurmacının vitrini cezbediyor beni. Avucumdan büyük, içi oyulmuş limonlara vanilyalı ve limonlu dondurma koymalarını istiyorum. İlk kaşık ağzımda erirken sıcak havaya rağmen boğazımdan başlayan serinlik dalga dalga bedenime yayılıyor. Başımı kaldırdığımda az ötede Floransa’nın kalbini; Piazza Della Signoria Meydanı’nı görüyorum. Devasa heykeller daha meydana varmadan etkisi altına alıyor insanları. Çocuksu, tuhaf bir sevinçle meydana doğru ilerliyorum.
Eski bir saray olan belediye binası Palazzo Vecchio’nun önünde Michelangelo’nun Davud heykelinin replikası karşılıyor gelenleri. Herkül ve Cacus heykeli eşlik ediyor Davud’a. Mermerden yapılmış olan Neptün heykeli, atlar ve deniz kızlarıyla tanrı figürleri bir havuzun içinde bulunuyor. Onları izlerken tuhaf bir hisse kapılıyorum. İzleniyorum sanki…Kulağımda bir fısıltı; “Buradayım.” Üzerimdeki bakışlar başımı sağa çevirmeme neden oluyor. Cellini’nin bronz Perseus’unun elinde tuttuğu Medusa’nın kesik başındaki gözlerini görüyorum. Bakışlarım Medusa’nın bakışlarına kilitleniyor. Sıcak havaya rağmen bir anda esmeye başlayan rüzgar saçlarımı savuruyor. Medusa’nın kesik başı canlanıyor. Yılan saçları hareketleniyor. Perseus’un mermer suratına dönüp bakıyor. Ağzını açıp, kulakları sağır eden o çığlığı atıyor. Toz, duman…Meydandaki heykeller birer birer yıkılıyor. Ağır mermer parçalardan biri tam önüme düşüyor. Medusa’nın gözleri üzerimde. Bana bakıyor, gözlerime, tam içine… Zamandan ve mekandan sıyrılıyorum.
Zihnimin yüksek tavanlı, taş duvarlı, antik kaleleri çağrıştıran odalarından birindeyim. Bir sırra açılan taçlı, taş kapıdan aşağı sarkıtılan bordo, kalın perdenin arkasına gizlenip heykeltraş Cellini’yi izliyorum. Medusa’nın kesik başını elinde tutan Perseus’un bronz heykeline şekil vermeye çalışıyor. Alnındaki ter damlaları şakaklarından aşağı süzülüyor. Üstündeki beyaz keten gömleğin sırtı sırılsıklam.
“Olmuyor. Olmuyor.” diye bağırıyor.
Önündeki kalıbı yumrukluyor.
“İstediğim gibi değil.”
Mermere şekil vermekten çok daha zor bronz bir heykel yapmak. Perseus’un kaslarını, elinin şeklini, vücudunun kıvrımlarını, Medusa’nın korku dolu bakışlarını soğuk bir metalde tüm gerçekçiliğiyle hayat vermek olanaksız gibi.
Bir anda Cellini’nin atölyesi hareketleniyor. Yardımcısı olduğunu tahmin ettiğim iki adam atölyedeki tüm kalay kaplarını, tabakları, şamdanları, çatal, kaşık ve bıçakları onlarca belki yüzlerce ev eşyasını orta yere topluyor.
“ Hepsini mi eritelim efendim?” diye soruyor biri.
“ Fırının ısısını yükseltin ve tamamını içine atın. Pıhtılaşan metali akışkan hale getirmeden buraya gelmeyin.”
Cellini sadece bir heykeli kurtarmaya çalışmıyor, sanki bir ölüyü diriltiyordu. Kararlıydı. Erimiş metali dökeceği kalıbın tekrar yanına gitti. Biraz geride durup kalıbı inceledi. Kusursuz bir kalıp yapmalıydı. Yaptığı heykeli Perseus görse aynaya bakıyor gibi hissetmeliydi. Kim bilir belki de bu nedenle koşarak karşı duvarda asılı olan aynaya doğru gitti. Yansımasına bakıp, soyunmaya başladı. Sanki gözünün önünde duran ama o ana dek fark edemediğini bulmuş gibiydi. Yakındaki koltuğun üstünde duran püsküllü yuvarlak yastığı alıp kaldırdı. Hafifti yastık. Hızlıca kumaşı tutan ipleri koparttı. Yastığın içine şöminenin üstünde duran küçük biblolardan birini soktu. İstediği ağırlık oluşmayınca bir biblo daha yerleştirdi yastığa. Medusa’nın kesik başını tutuyormuş gibi kaldırdı kolunu. Tüm damarlarını, kaslarını izledi aynada. Omzuna, koluna, pazusunun duruşuna baktı. Yastığı fırlatıp kalıbın yanına koştu bu kez. Cellini sadece bir heykeltıraş değil, aynı zamanda mitolojik karakterlere can veren bir sihirbaz gibiydi…Elindeki keski ve çekiçle kalıba vurmaya başladı. Öylesine seri hareketlerle kalıbı şekillendirmeye çalışıyordu ki bir anda keski elinden fırlayıp ardına gizlendiğim perdenin önüne düştü. Gayriihtiyarî bağırınca, Cellini beni fark etti.
“Kimsin sen?”
Öylesine korktum ki bir an evvel oradan kaçmak istedim. Ama ne mümkün? Kalın perde ayaklarıma dolandı, yerinden kurtulup üstüme düştü. Altında kaldığım perdeyle epey boğuştuktan sonra bir boşluk bulup ağır kumaştan kurtuldum. Ve onu gördüm. Güzeller güzeli Medusa…
Zihnimin bir başka noktasında, Athena’nın tapınağında, bakire Medusa’nın üzerindeydi tüm gözler. Güzel gözlerini çaresizce Poseidon’a çevirdi. Herkes biliyordu Poseidon’un Medusa’ya olan takıntılı aşkını ve tecavüzünü ama herkes susuyordu. Poseidon güçlüydü, günah keçisi olamayacak kadar güçlü… Medusa’yı cezalandırmak en kolayıydı. Tarih şeridinin hangi diliminde olursak olalım değişmeyen bir hikayeye tanıklık ediyordum. Kadim bir lanetti adaletsizlik.
Athena, eşi Poseidon’a gücü yetmeyince öfkesini Medusa’ya çevirdi. Güzel Medusa’nın görenleri hayran bırakan saçlarını yılanlara çevirdi. Her kim ona bakarsa göz göze geldiği anda taşlaştıran bakışlarla lanetlendi Medusa. İçinde taşıdığı büyük acı yüzüne yansıdı. Haksızlığa uğramak onun için ölüm gibiydi. Bir zamanlar ruhunda barındırdığı ışığını kaybetmişti. Kalbi öfkeyle doluydu. Poseidon’a doğru dönüp öyle güçlü bir çığlık attı ki Athena tapınağının mermer sütunları yerinden oynadı. Yılan saçları sağa sola savruldu. Göz göze geldiği her kim varsa taşa döndü. Poseidon görür görmez aşık olduğu Medusa’nın artık çirkin bir canavara dönüştüğünü görünce büyük aşkı oracıkta ölüverdi, tapınağı terk etti.
Medusa bir kez daha savurdu yılan saçlarını. Herkes sağa sola kaçıştı. Geriye sadece ikimiz kaldık. Tam karşımdaydı. Gözlerimin içine baktı, göz bebeklerimi delip geçerek ruhuma ulaştı bakışları. O an anladım, tam o an… Medusa kendisine reva görülen adaletsizliği fark edenleri taşa çevirmiyordu. Gözleri bir büyücünün cam küresi gibi dalgalandı. Geldiğim zamana göre geçmişi, o ana göre geleceği gördüm Medusa’nın kederli gözlerinde. Perseus’un Medusa’yı öldürüp kahraman ilan edildiği o anı… Savaşmak istememişti Medusa. İstese Perseus’u alt etmek onun için zor değildi. İnen kılıç yılan saçlarından sıyrılıp narin boynunu gövdesinden ayırdığında Medusa ikinci kez öldü. Medusa’nın sıçrayan kanından doğan Pegasus özgürlüğe kanat çırptı. Belki de Pegasus’un doğumu Tanrıların dile getiremediği bir özürdü.
Bir damla yaş aktı Medusa’nın gözünden. Süzülüp çenesinden aşağı düştüğünde o damlanın ağırlığını kaldıramadı tapınağın zemini. Yer yerinden oynadı. Mermer sütunlar birer birer yıkıldı. Medusa’nın yılanlarından biri belime sarılıp beni kenara çekti. Havaya kalkan toz nefesimi kesti. Gözlerimi kapattım…
Gözlerimi açtığımda Piazza Della Signoria’daydım. Güneş batmış, meydan loş bir aydınlığa bürünmüştü. Cellini’nin Perseus heykeli karşımdaydı. Medusa’nın gözyaşı, şehrin orta yerinde bir iz olarak kalmıştı. Gerçek sanat, sadece neyin güzel olduğunu değil, neyin acı verici olduğunu da anlatabilirdi. Floransa’nın kalbinde, bir heykelin gölgesinde, mitler sadece eski masallar olarak kalmamış, aynı zamanda modern insanın ruhunda da yankı bulmuştu.



