”Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz. İstemek, yapabilmek ve bilmek eylemleri terk edilmedi ama bir başkasına devredilerek genel olarak ilga edildiler.” – Jean Baudrillard
“Ölümsüzlüğü yaratmakla yükümlü bir metin, öldürme hakkına erişir ve nihayetinde yazarının katili olur,” diyor, “Yazar Nedir” metninde Michel Foucault. Yazarını tanımak isteyen okur; yazarın kendi yokluğu ile ölüm arasında kurduğu bağda bulacağına inanır, ama karşında ölümle bağ kurmaya çalışan biri yok ki!
Karşında sonsuz aşk için her gün ölmeyi talep eden ve garip cümleler kuran bir yazar var.
“Aklın karıştı değil mi sevgilim?”
Benimle berabersin, çünkü ben güzelliğini ve kızıl saçlarını hâlâ hatırlıyorum. Hatırlıyorum, ihtiyar gözlerimle senin genç gözlerini. Ruhumuzla vücutlarımızın isteklerini öğrenerek uyumu yakalamaktan mı korktuk o zamanlar? Konuşulanlar, sevişmeler ve düşler kestiremediğimiz bir noktaya götürdüğünde ilişkimizi; özgürlüğümüz, tutuculuğun ihtilalinde devrildi, karalandı, çamura bulandı. Bir olmayı yakalamamız, ikilikten kurtulamayan zihniyeti korkuttu ve suçlamaların yasal mermilerini üzerimize boşalttılar. Kendisi gibi olanların yürekleri dışında ötekileştirilenlerin sığınabileceği aydınlık bir yer asla yoktu. Ben hatırlıyorum. İkimizin de gücü yetmedi onlara, öteki olmadığımızı anlatmaya!
Suskun tanıklarımız vardı, içimizden geldiği gibi davranıyorduk ve onların hiçbir şey bilmediğini varsayıyorduk. Onlarsız yapamıyorduk ve bizsizliği ise hiç düşünemiyorduk. Çizgimizin içinde olan karabasanların tanıklarıydı onlar, başka hiçbir kimseye anlatamazlardı kendi yaşadıkları acıyı. Varlığımız, onların yaşamında olmamız, mutlu olmalarına yetmeliydi. Merak edecekleri hiçbir şey yoktu. Kaç bin yıllık ilişkimizin yargılanmaya ihtiyacı yoktu. Anlattıklarımızın dışındakilerini öğrenmeye hakları yoktu. Yalnız kalmalarımızın, tek başımıza bırakılmaların hıncını aldığımız tanıklardı onlar. Beni bir sen vur sevgilim!
Yalnızlık büyük bela! Yalnızlık büyük nimet! Yalnızım! Yalnız bir adam nasıl yürür, nasıl düşünür, kimse yokken nasıl sevişir, aylaklığı nasıldır, bakmadan görmeyi ya da görmeden bakmayı nasıl öğrenir?
“Var olmanın” hareketsizlikte yattığını bildim. Böyle öğrendim yalnızlığın cümlelerini kimsenin okumayacağını. Felsefe okumayı, felsefe üretmeyi, kanepede düşünmeden yatmayı ve amaçsızca volta atmayı öğrendim. Binlerce yolun labirentlerinde kimsenin çözemediği şifreyi çözdüm: Çürüme gerçek ve kaçınılmazdı.
“Geçmişin gerçek imgesi uçucudur,” diyor, Walter Benjamin; birden parlayıp aydınlanıveren görüntüler değil miydi geçmiş? Bir daha kendini gösterip görünmemek üzere kaybolacak bir geçmişin imgesi uçucudur ve kendini imgelerde bulamayan biri ancak yitip gidecektir. Hayatını yalnızca alışkanlıktan ötürü sürdüren insanlar, kendi zihinlerinin içinde, dar alanda hareketsiz durmaya alışıktılar. Bu hareketsizlik görmemeleri ile ilişkiliydi ve körlük yaşamlarını sürdürebilmelerinin tek koşuluydu.
Zaman benim. Zaman biziz. Onlar bunu anlamıyor. Sen bunu anlamıyorsun. Gözlerimi kapıyorum, zaman benim. Yalnızız. Sen ve ben. Kimsenin girmesine izin vermeyelim. Onlar her şeyi kaybediyor. Kaybetmeye mahkumlar. Aşklar, dostluklar, insanlar, doğa, yaşam… Hikayeler oluşup, yüzler tüketilirken anlamsızlığın karanlığında; tek boyutlu dünyamızda gölgelerimizi bile kurban etmişken yalana; bazıları fil dişi kulelerinde yaşayıp, bazıları fay hatlarına düşmemek için mücadele ederken, kimsenin girmesine izin vermeyelim.
Sen ve ben sonsuz bir kucaklaşmada kaybolmaya hep devam edeceğiz. Mavi elbisen sandalyenin, yüksek topuklu ayakkabılarının teki halının üstünde, diğerinin nerede olduğu belli değil. Tek ışık kaynağı gözlerinin parlaklığı. Oysa ne çok konuşuyoruz. Ama içimiz suskun. Sözcükler yetersiz ve yine sevişmek istiyorum. Ne tuhaf.
Başlık: Walter Benjamin
Hiç’lik Penceresi: Bayram Sarı
indigobayram@gmail.com