Bu cümleyi her kurduğumda suyun üzerine düşen yaprak ya da bardağın dibine düşmüş ama çözülmeyen şeker tanesinin varlığını hissediyorum. Kendimi seviyorum ve kabul ediyorum… Hangi kendini seviyorsun? Bütün varlığınla gerçekten barışık mısın? Sorularıyla da cebelleş olup duruyorum…
Gelin biraz kendimizi izleyelim hangi yanımızla ne kadar barışığız ve onu gerçekten seviyoruz… Doğduğumuz andan itibaren karşılaştırmalar yaparak kendimizi; güzel çirkin, iyi kötü, yardımsever bencil, uzun kısa, şişman zayıf, siyah beyaz, aptal akıllı olarak nitelendiririz. Yani başkasına verdiğimiz değere göre kendimize bir değer biçeriz. Bizden aşağı gördüğümüz kişilerle birlikte iken kendimizi sevip değer görüyor, yukarı olanlarda ise ezilip büzülüyoruz.
Fiziksel görünümümüz sevgiyle en büyük sınavı verdiğimiz ilk yer. İlk görünen ve kabul gören detayların yansıması olan bedenimiz. Gözlerimizin rengi, yüzümüzün şekli, burnumuz, dudaklarımız, saç rengimiz, kulaklarımızın şekli, boynumuz, şakaklarımız, alnımız, çenemiz, omuzlarımız, göğüslerimiz, göbeğimiz, baldırlarımız, bacaklarımız, ayaklarımız, ellerimiz, boyumuz ve kilomuz yani bütün olarak biz… Bu bütünlüğün tüm detaylarıyla ne kadar barışığız. Kısa boylu isek uzunları görünce ne hissediyoruz ya da simsiyah saçlarımızı sarıya boyarken hangi duygudayız. Bedenimizin görselliğinden utanıp vücut geliştirmeye gidip tüm kasları şişirdiğimizde sevgide hangi seviyeye erişiyoruz. Peki ya yüze hatta bedene yapılan dolgular ve estetik ameliyatlar, hangi çirkinliğimizi ya da sevmediğimiz kendimizi dönüştürmeyi düşünüyoruz… Kabullerimizin tükendiği yer yüzümüzdeki çizgiler mi? Yoksa olmak istemediğimiz kendimiz mi?
Fiziksel bedenden fiziksel varoluşa geçelim yani maddi güce… Paran var keyfin var olayına girelim birazcık. Karşılaştırmaların en uç deneyimlerinin yaşandığı yerlerden biri de maddi dünyadaki varlığımız ve servetimizdir. Maddi olarak sahip olamadığımız şeyler bizde içsel olarak yokluk hissiyle birlikte değersizlik duygusunu da besler. Değer duygusu sevgi ile yüceltilen bir duygudur ve aracısız tamamlanmayı öğretir insana. Fakat yazının başında da belirttiğim gibi sürekli karşılaştırmalar ve bilinçaltına yapılan sahip olursan mutlu olursun ve sevilirsin mesajları nedeniyle yaşanan eksiklik travmatik dalgalanmalara neden olur içeride. Sahip oldukların kadar sevebilirsin kendini olmadığın şeyler de mutsuz eder. Bazılarımız buna itiraz edebilir fakat çok isteyip sahip olmadığı bir şeyi yakın çevresinde biri sahip olduğunda ne hissettiğine dönüp baksın lütfen. Kendisiyle olan sohbetinde neler geçiyor aklından. Ne kadar kendini kabulde ve ne kadar seviyor kendisinin bu eksik hallerini.
Kariyer hayatımız da bu kendini sevme ve kabul etme tarafında bizleri zorlayan unsurlardan biri. Kendimi olduğum gibi kabul ediyorum ama… Çok fazla seçeneğin ve alternatif yolların gerçekten olması şartmış gibi dayattığı “doktor oldun ama profesör olamadın” mantığı her yerde bu kabulleri zorluyor. Mesleklerin kendi içindeki hiyerarşik yapısında bile kişi kendisini kabul edip olduğu yerde kalamıyor, çünkü ilerlemesi, kendisini göstermesi ve daha çok olması gerekiyor. Kendimi olduğum gibi kabul ediyorum, tam ve yeterliyim keşke şu araba/ev/sevgili/gelir de olsa… Kendinizi olduğunuz gibi kabul ettiğiniz yerde kariyer olarak mutlu musunuz? Kendinize ne kadar ikiyüzlü davranıyorsunuz. Yani olumlamalar ile ne kadar aydınlanabilir kariyer hayatınız ve duvara astığınız/asamadığını diploma ve sertifikalarınız.
İnsan olmak çok kolay aslına bakarsanız. Sorun sistemler inşa edip onun içinden çıkmaya çalışmakta. Evet sistemler, kontrol edebildiğimiz ya da edemediğimiz sistemler. Bunlar bazen aile, bazen dostlar, bazen şirketler bazen de şehrin ya da ülkenin kendisi oluyor. Kontrol edemediğiniz tüm alanlardaki kendinize bakın, ne kadar öfkeli, kızgın ve agresifsiniz. İyi olmaya ne kadar çaba hatta efor harcıyorsunuz. O alanlardaki sizi ve çevrenizi ne kadar kabul edebiliyorsunuz. Canınızı yakan ebeveynlerinizin varlıkları ile donatılmış halde ilerlerken hayatınızın içinde ne kadar seviyorsunuz kendinizi ve kabul ediyorsunuz yaşadıklarınızı. Peki dost kazıklarını ne kadar sindirebiliyorsunuz ve oradaki herşeye izin veren kendinizi nereye kadar suçlamadan taşıyabiliyorsunuz. Yoksa siz de kusursuz ve diğer herkes hastalıklı diyen tiplerden misiniz? Öyle bile olsa hastalıklı diye gördüğünüz kişilerin sizde yarattığı gelgitlerin hesabını hangi defterinize yazıp hesaplaşıyorsunuz kendinizle. Küfrünüz en çok suçu işleyene mi? Yoksa o kadar yakınınıza alıp canınızı yakmasına izin veren size mi gidiyor? Hayatı anların oluşturduğu bir masal olarak duymayı seviyoruz. Evet hayat anlardan ibaret ama o anlar saniyenin yüzde biri gibi bir zaman diliminde yaşanmıyor ve bedeninize saplanan bir okun içeriden çıkması da iyileşmesi de an’ da gerçekleşmiyor ne yazık ki… Bir kuyuya düştünüz ve içinde günlerce kaldınız. O karanlık ve ışıksız geçen günlerin toplamı ömrünüzde kısa bir zaman dilimine denk gelse de yaşattığı hisler ve duygular ne yazık ki tüm ömrünüzde yaşadığınız duyguların toplamı kadar duygu ve yoğunluk yaşatır size. Bu yüzden anları çok büyütmeyin gözünüzde ve o kadar derin anlamlar da yüklemeyin. Çünkü kabullerin yıkıldığı yerlerden birisi de anlardır ve orada kendinizi sevmezsiniz. İzin vermeseydim, keşke, benim hatamdı, yanlış yaptım, böyle olacağını biliyordum, bakmadım, dinlemedim, okumadım, yapmadım…. Hepsi benim hatam, kendimi olduğum gibi kabul edip sevmem gerekiyor ama…
Davranışlarımızın ve eylemlerimizin kabulleri de zordur. Patavatsızca söylediğimiz sözlerden, yanlış yaptığımız seçimlere, derinliğini bilmeden girdiğimiz nehirlerden, verilmiş ama tutamayacağımız sözlere… Hepsi bir kabul etme ve sevmeyle ilgili ciddi sınavlar yaşatır bize. Keşke o cümleyi kurmasaydım, o sözü vermeseydim, o yere gitmeseydim, o arabaya binmeseydim… Kendimi olduğum gibi kabul edecektim ama çok ahmakçaydı hepsi ve benim hatamdı. Kırdığımız, üzdüğümüz, canını yaktığımız insanlar var çevremizde. Hepimiz ne kadar melek olduğumuza inansak da hatalarımızla devam ediyoruz yolculuğumuza. Bu hataların bazıları şaka niyetine geçiştirilebilir olsa da büyük çoğunluğu kendimizi affetmekte zorlandığımız şeyleri yaşatır bize. Kaç tane kendimi olduğum gibi kabul edip seveceğim ama yapmasaydım keşkeler var hayatınızda, gidin o kadar özür dileyin ve özgürleşin kabullerinizin sınırlarını alt üst eden davranışlarınızdan.
Ho’oponopono’yu duydunuz mu? Bütün yaşanan ve işlenen (dünyadaki herkesin ya da dünyanızdaki herkesin) suçlarının, hastalıkların sorumlusu %100 benim, bunun sorumluluğunu alıyorum, kendimi seviyorum, özür diliyorum, lütfen beni affet, teşekkür ederim diyorsunuz ve kabulle şifayı başlatıyorsunuz. Peki, kendinizdeki tüm hastalıkları, eksiklikleri, nerede arıza verdiğinizi görebiliyor musunuz? Yoksa oturup bir mindere, kendimi seviyorum kabul ediyorum diyerek kabul edemiyor musunuz? Bu şekilde çalışma yapıp kendisini gerçekten kabul eden varsa da ben pek rastlamadım.
Hepimiz insanız ve dünyada tüm insanların yaşadığı duyguları (korku, sevgi, hüsran, sevinç, mutluluk, acı vb) yaşıyoruz. Mutluluk her dilde farklı ifade edilse de bedende aynı salgılar salınıyor ortalığa. Korku aynı tepkileri verdirtiyor, hüzün aynı şekilde sarıyor bedenimizi. Bu yüzden dünyadaki herkesle aynıyız ama bir değiliz. Bir olmamız mümkün değil, aynı olmak, aynı şekilde hissetmek bir olduğumuzu değil insan olduğumuzu gösterir bize. Kabul edin ya da etmeyin hakikat bu şekilde inşa edilmiştir insan hayatında. Öyle değilse zaten kabul etmenize ya da sevmenize gerek duyacak bir siz olmamalı. İnsanlığı sevmeniz ve kabul etmeniz gerekecek ki önünüzde giden birinin kediyi tekmelediğini gördüğünüzde içinizdeki o birliği inşa edip o tekmeyi atanın benliğindeki çirkinliği de kabul etmeniz ve sevmeniz gerekiyor. Kabul etmeyi ezbere tekniklerle ve cümlelerle bir yere kadar götürebilirsiniz sonrasında yine yıkılır kalırsınız. Önce kendinizi tanımanız gerekiyor, kabul etmeniz gereken şeyleri sıralamalısınız. Samimi olun kendinize ve tüm yönlerinizle bakın, bedeninizi komple tarayın, davranışlarınızı kontrol edin, sahip olamadıklarınızın izlerini takip edin. Hiçbirimiz ölene kadar olmayacağız bu yüzden oldum demek gibi bir gaflete de bürünmeyin. Çok ama çok insan gördüm olmuşluğun erdemi ile yol alırken karşısındaki kişide kusur bulup düzeltmeye çalışan… Bu yüzden kendinizi olmuşluğun sınırından çekin.
En mükemmel değiliz, en iyi de değiliz, en sevgi veren ve hak eden hiç değiliz. İnsanız, kusurluyuz ve o kusurlarımızla güzeliz ve tamız. Fakat çevremizde gördüğümüz ve maskeleriyle kendilerini muhteşem gösterenler yüzünden kendimizi olduğumuz gibi kabul edilecek çok fazla eksikliğe sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Onlar da başkalarının dünyasında kendilerini olduğu gibi kabul etme derdinler haberiniz olsun… İnsan her duyguyu, korkuyu, sevinci farklı boyutlarda ve katmanlarda yaşar. Bunlar kimi zaman fiziksel kimi zaman duygusal kimi zaman da eylemsel olarak açığa çıkar. Maddi dünya, bedenin hakikati, kontrol etmenin ve yönetmenin arzusu, sevgi, ifade, hisler, inanç ve daha birçok katman kendi içinde negatif ve pozitif gerçeklikler yaratır bizlere. Orada hangi tamamlanmamış ve eksik kalan biz varız görün lütfen.
Sonsuz ve sınırsız olan tek şey evrenin kendi döngüsüdür. Bilimle, ilimle, inançla size dayatılan sonsuzluk kavramları bedeninizle ve düşüncelerinizle birlikte kendi sonsuzluğunda kaybolup gidecektir. Bu yüzden, kabul edeceğiniz kendinizin; gerçekten neleri hak ettiğini, neleri hak etmediğini, bu yolculukta kimlerin hatalı davrandığını ve kimlere yanlış yaptığını görmesi gerekiyor.
Kabulde olmak, sevmek gerçekten affetmek, izin vermek, tekrar kabul etmek, olduğun gibi kabul görmek, olduğun gibi sevilmek, olmak, onaylanmak, anlaşılmak, sevilmek, görülmek, takdir edilmek, davet edilmek, dahil olmak, ait olmak, fark edilmek daha nice -mek -mak arasında yitip giden bir siz varken iyileşmek ne kadar mümkün olabilir ki? Üstelik hasta değilken…
Zamanın klişe tanımları vardır en çok sevdiğim tanım ise “Sevdiğin birinin yanında geçirdiğin bir saat ile sıcak bir sobanın üzerinde geçirdiğin bir saat aynı değildir.” bu cümlede hayat buluyor. Zamanı daha fazla sömürü için icat eden insan onun içinde en çok da senin varlığını senden çalmak için kullanmaya başladı. Kendini eksik, affetmeye muhtaç, yetersiz, değersiz, daha fazla çaba harcaması gereken bir birey olarak modelledi ve sen de onun tuzağına düştün apansızca. Bu da kendini kabul etme yolculuğunun son halkasıdır. Tüm sebepler ve nedenler ile inşa edilen SEN’in kendi yolculuğunda kusurlu bir birey olarak görünmeni sağlayacak, aile dinamikleri, toplum ve inanç sistemleri, siyasi ve ekonomik yaptırımlar ortak çalışma içerisinde hareket eder. Kendini gerçekten kabul etme çalışman da son olarak bakman gereken yer de burası.
Sonrası için de söylenecek çok fazla söz var ama gerek var mı bilemedim. Affedilecek BEN’liğin tek kusuru meleğinin sadece günah yazmasıyla ilgili aslına bakarsanız. O meleği ortadan kaldırırsa ve korkuların yerine erdemi koyarsa hem kendisi için hem de dünya için mutlak doğruluğu ve güzelliği doğuracaktır insan. Haydi ölümün güzelliği ile yaşama merhaba demeye, bir aynaya bakıp kendinize gülümsemeye… Kendinizden alacaklı olduğunuz ne varsa kendinize dile gelin… Sevgi, aşk, hüzün, öfke, acı, mutluluk, korku ve özlemle kalın… Her duygu sizi siz eden hakikatlerdir, onları da sevin ve kabul edin…