Dünyaya iz bıraktığınız zaman kuşkusuz ölümümüz de o kadar iz bırakıyor. Nedenlerini ve nasıllarını düşünerek ölümü anlamaya çalışıyoruz.
Gerçek, ölümü sorgulamaktan mı yoksa ölümü kabullenmekten mi geçiyor? Bu sorunun yanıtını ancak deneyimleyenler bilebilir.
Bugüne kadar sayısız insan öldü. Kimi aniden, kimi yıllarca süren yaşam mücadelesi vererek hayatını kaybetti. Geriye bırakılan tek şey onların; yaşadığı sürece ne yaptığı ve nasıl yaşadığı üzerine oldu.
Bizler neyi sorguluyoruz? Önemli bir kişinin vefatıyla hangi yüzleşmenin içinden geçiyoruz? Bizler her yaptığımız sorgulamayla aslında neyin cevabını arıyoruz?
Hepimiz vefatın bir son olmadığını ve aslında yepyeni başlangıç olarak yeniden var olunacağını fark edebilseydik bunu bir yas olarak değil de bir geçiş seremonisi olarak görebilir miydik?
Ölüm bizim için yaşam kadar doğal olabilseydi nasıl tepki verirdik? Konu burada yine yüksek bilince izin vermekle alakalı farkındalığımıza geliyor. Bu biliş bizi varoluşun ölümün olmadığı katmanlarına taşıyacak, çok önemli bir sırra dem vuruyor.
Yükselmiş üstatların özetle ölümle ilgili altını çizerek söyledikleri şunlardır : ” Eğer siz düşük bilinçle vefat ederseniz, aynı bilinç halinizle bıraktığınız yaşamı burada da aramaya devam edersiniz. Gerçekten bu böyle olduğunda durum hiç de iç açıcı olmuyor zira bu sizi tekrar doğuş döngüsüne sokuyor ve geri geldiğinizde bir önceki yaşamınızın tortularını da ilave ederek ilahi planınızı zora sokuyorsunuz. O yüzden buradayken kendinizin farkına varın. Tekamül etmek için kendinize izin verin.”
Dünya aslında bir ölüm katmanıdır. Bilinç kapalı olduğunda zaten siz çoktan ölüsünüzdür. Oysa ölüm katmanını araladığımızda gerçek ölümsüzlüğün katmanına giderek tekamülünüze orada da devam edersiniz. Bu gerçek uyanışın belki de sırrıdır. Diğer bir deyişle ” ölmeden önce ölmenin” tadına varıştır.
Bizler nasıl ki seçimle dünyaya geliyoruz, o zaman yine kendi seçimimizle de dünyadan gitmeyi seçiyoruz. Ben bu seçime saygı duyuyorum, onurlandırıyorum ve giden kişiyi ışıkla sarmalıyorum. Her duyduğum vefat için aynı duyguları hissediyorum. Kim olduğuna bakmadan, varlığını sorgulamadan ve yargılamadan yapıyorum bunu. Onun bu yaşamdaki varlığına şükrediyorum. Onu tanımam da gerekmiyor.
Bu bağlamda Mustafa Koç’ta, Kamer Genç’te ve diğerleri de benim için böyledir. Onları ışık içinde geçişlerini hayal ederek, dünya katmanına iz bıraktıkları için sevgimle onurlandırıyorum. Bunu sadece insan oldukları için yapıyorum. Kim olduklarına bakarak değil…
Son söz olarak söyleyeceğim şudur: Bizler ölümün cenazesindeki cemaatten, yaşamın ışığındaki cemaat olarak birleşirsek o zaman ölümün soğukluğundan yaşamın sıcaklığının tadına varabiliriz. O zaman toprağa girenlerden değil, ışığa giden üstatlardan olmayı seçerek özgürleşebiliriz..
Sevgi ve şükran duygularımla ölümün eşsizliğine kabul veriyorum. Her giden bunu zaten istediği için onun enerjisine “ sen bile gittiğine göre demek ki ben de gideceğim” korkusunu ekleyerek, onu burada tutmaya devam etmiyorum.. Onu ve korkularımı salıveriyorum. Ölümün rehberliğine izin veriyorum.
“ Sağ kolunu yana doğru uzat. Ölümün parmaklarının ucundaki mesafe kadar sana yakındır ve hep oradadır. Bizim en iyi rehberimiz ölümümüzdür.”[1]
Ve de öyledir…
[1] Don Juan Matus