Yeni ufuklar – İnsan 1

Bir düşünce üreteci olan zeki yaratı insan, her dönem evrenleri, dünyayı ve bu sonsuzluk içinde bir noktadan bile küçük gördüğü varlığını sorgulamıştır.

Yeni ufuklar - İnsanİnsan için o kadar çok şey söylenmiş ve söylenmeye devam ediyor ki! On altıncı yüzyılda Descartes’in ünlü “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü insanı canlı ve cansız diğer tüm şeylerden ayıran en önemli özelliği olan düşünme yetisini ortaya koymuş. Daha sonra on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Varoluşçular, insanın bir tohum misali dünyaya fırlatılarak dünyaya terk edilip burada unutulduğunu dile getirmişler. İnsan, bu nedenle bilmediği bu ortamda kendine bile yabancıdır. Dünya hayatı onun için mide bulandırıcı bir süreçtir. Bugün, yirmi birinci yüzyıl insanına baktığımızda insan kimdir, nedir, ne işi var bu dünyada gibi soruların cevaplarını hala bilmiyoruz. Salgın hastalıklar, ekonomik kriz, göçmen sorunları derken, birer savaşçı kimliğimize bürünerek özümüzden uzaklaşmak zorunda bırakıldığımızı düşünüyorum.

Sanki kör ve sağır bir halde bu yaşam sahrasına terk edilmişiz. Benim düşündükçe kafam karışıyor doğrusu. El yordamı ile kendimi arıyormuşum gibi hissediyorum. Arayanlar hep bulanlardır deniyor ama henüz bulan yok!

“Ben varım!” demesine diyorum ama bazen de şüphe duyuyorum doğrusu! Yok muyum yoksa? Varım demekle var olunmuyor ki. Ne bugünümü ne yarınımı biliyorum. Yaşamım bir tesadüfler zinciri halinde elimden akıp gidiyor. Ölümüm ne zaman olacak, nasıl öleceğim bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Nereden bileceğim varlığımı? Kendimi çimdikledim, canım yandı. O zaman gönül rahatlığı ile ah işte yaşıyorum diyebilir miyim?  Bu kadar basit olabilir mi? İnsan sadece et ve kemikten mi ibaret? Kolum acıdı doğru ama ya beş duyunun ötesindeki hislerimiz ne olacak? Bir dostumu gördüğümde neden gözlerim parlıyor? Onu sevdiğimi söylerken neden kalbim daha hızlı çarpıyor? Nereden geliyor bu sevgi duygusu? Gözümle gördüğüm bir mekandan gelmediği için ruhumdan diyeceğim! Gerçi ruh nedir, nerededir, onu dahi bilmiyorum aslında! Bir sırla karşı karşıya kaldığımda o sır başka bir sırla yeniden sırlanıyor ve ben bilmeme halimle hayatıma devam etmek zorunda kalıyorum. Bir çeşit işkence değil de ne bu yaşam?

Ruhumu göremiyorum ama bazen öyle mucizeler oluyor ki “Biliyordum böyle olacağını. Bak oldu işte!” diyorum. “Murphy Kanunları” demişler adına. “Herhangi bir şey ters gidecekse mutlaka gider,” diyor Murphy. Ağzımdan kötü bir şey çıktığı zaman “Çağırma!” diyorlar bana. “İptal de!” diyerek uyarıyorlar. Mahatma Gandhi şöyle diyor:

Düşüncelerinize dikkat edin, sözleriniz olur.
Sözlerinize dikkat edin, davranışlarınız olur.
Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınız olur.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakteriniz olur.
Karakterinize dikkat edin, kaderiniz olur.

Murphy’nin de Gandi’nin de ortak fikri, düşünerek bir şeyleri inşa ediyor olduğumuz; yaratmak yani. Yaratmak yerine “kodlamak” diyenler de var. Şunu söylemeye çalışıyorum; en basit haliyle bir ev hanımı biraz yumurta, süt ve un alır ve bunlardan bir kek yapar. İşte bu yaratıcılıktır. Maddeyi yoktan var etmiştir. Ben kek yapamam mı diyorsunuz? O zaman siz de elinize bir fırça alıp tuvalin karşısına geçip bir resim yapın. Ya da benim gibi bir deneme yazmaya oturun. İnsan yaratıcıdır. Burada aklıma gelen soru şu: Bir ev hanımı mutfakta yemek yapma deneyiminin ötesine geçebilir mi? Yeniden inşa edebileceğimiz daha büyük olaylar ve nesneler de var çünkü; kendimizi gibi, dünya gibi. Hatta geleceğimiz gibi.

Aranızda itiraz edenler var; diyorsunuz ki bazı düşüncelerimiz materyalize olup gerçekleşiyor ama bazıları OL’muyor? Gerçekleşmeyince üzülüyoruz. Göğe el açıyoruz, Telli Baba’ya gidip dua ediyoruz. “Vardır bu işte de bir hayır,” deyip kendimizi avutuyoruz. Evet, züğürt tesellisi, onu kastediyorum. Yaratımın formülü ne? Bu soruyu Yaradan’a yöneltmemiz gerekiyor ama o kimdir, nerede ikamet eder, bunları da bilmiyoruz.

Hadi gelin Yaradan’ı anlamaya çalışalım. Onun önemli bir özelliği her şeyi aynı anda görebilen bir göze sahip olması, çünkü her şey bir anda, hep birlikte ve bir düzen içinde yaratılmakta. Bazen bize ani gibi görünse de çoğunlukla tesadüflere yer bırakılmayacak kadar düzenli işleyen bir dünyada yaşıyoruz. Sanki doğal yaşam otomatiğe bağlanmış. Önce gök gürlüyor, arkasından yağmur bastırıyor; şafak söktükten sonra güneş doğuyor. Güneş, hiçbir zaman “Şafak söktü ama ben bugün biraz geç doğayım,” demiyor. Mevsim ne ise, insanların da önceden hesaplayabileceği anda doğuveriyor güneş, hiç aksatmıyor bu davranışını. O zaman biz de olaylara üç yüz altmış derecelik bir bakış açısıyla bakabilirsek eğer, yaratılanları Yaradan’ın gözünden görebiliriz. Bu göze “Büyük Göz” ya da Ra diyeceğim; Ra’nın gözü, yani Tanrısal Göz. Peki, bakış açımızı üç yüz altmış dereceye nasıl çıkarabiliriz? Bunun için genişlememiz gerek. Bunu herkesle ve her şeyle birleşerek gerçekleştirebiliriz! Bu aynı zamanda her şeyi ve herkesi kapsamak demek. Yaradan’a yaklaşabilmek için ayrılığı ortadan kaldırmalıyız.

“Ben onu sevmiyorum, ben onu istemem,” gibi sözler bizi birleşmekten alıkoyar. Karşımıza her çıkan kişi Ben’dir. Egosal ben’den söz etmiyorum, birliğin ben’inden söz ediyorum. Yunus Emre’nin de dediği gibi “Yetmiş iki milleti ayrı gören bizden değildir.” Biz; yani hepimiz. Tasavvufta buna vahdet-i vücut denmiş. Yaradan’ı da kapsayan bir haldir bu.

Büyük bir göz olduğumuzu varsayalım. Bir kasırganın gözünün etrafında olduğu gibi küresel zamanda her şey yani; tohum düşünceler ve yaşanacak olan kati kayıtlar bir girdap halinde dönüyor. Dünya dönüyor, biz de dünyayla dönüyoruz. Şimdiden geçmişe, şimdiden yarınlara kapılar açarak geçişler yapıyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi: Ne içindeyim zamanın,/ Ne de büsbütün dışında;/ Yekpare, geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında. Bizim dışımızda hiçbir şey yok. İçimizde de bir şey yok. Her şey biz, biz her şeyiz. Bir semazen gibi bir elimiz yere bakarken diğer elimiz göğe bakıyor. Yerle göğü birleştiren büyük bir enerji santraliyiz. Hem mikroyuz, hem makroyuz. Zaman yolcusuyuz, dünyayız, Samanyolu Galaksisi’yiz, her şeyiz. Her anız; geçmişte, şimdide ve gelecekte varız. İşte; göz olduk ve bilme haline geçtik. O zaman kendimi biliyorum artık ve “Ben varım!” diyebilirim… Ah keşke! Keşke yazdığım gibi kolay olsa. İnsanın umutları yeşeriyor bunları okuyunca ama bakıyorum da hala hiç bir şey bilmiyorum!  Büyük Göz’e sahibim ama körüm. Gözümü nasıl açacağım?  “Gözlerinle değil, kalbinle bak!” diyor Mevlana Celalleddin-i Rumi. O, “İnsan gözden ibarettir,” diyor. Bu göze o Gönül Gözü demiş. Buradaki göz ile aslında İnsan-ı Kamil’i kastediyor. Gönül Gözü’mü açmak için insanları yargılamayı bırakmam lazım. “Onu sevmiyorum, çünkü o çirkin!” Ya da “Onu istemiyorum, o çok kötü!” gibi düşünceleri aklımdan çıkarmam lazım. Öfke, hırs ve nefret gibi olumsuz duygulardan temizlenmem lazım. Ancak o zaman karşımdakini kendim bilebilirim. Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Yaradılan’ı severim Yaradan’dan ötürü”

Yaratılmış olan tüm mevcudatı yüreğime alıp ocak olabilmeliyim her anda.

Mevlana “Kimin gönlünden bir kapı açılırsa, o her zerrede bir güneş görür. Nefsani arzular kalp gözünün perdeleridir. Gözünün önünden bu perdeler sıyrılınca kişi, eşyada Hakk’ı görür ve her mertebede Hakk’ın tecellisine şahit olur.” diyor. Gönül gözü; arınmışlığın, olmuşluğun, sevmenin, hoşgörünün ve her şeyi, her bildiğini bir bütünlük içinden anlamanın hal ve bilincinde olarak görebilmek… Bunun için tek ihtiyacım olan şey sevgi.

“Sevmek; bir insanı sevmekle başlar her şey,” diyor Sait Faik Abasıyanık.

İnsan sevdikçe genişler, yeni alanlar kazanır. Sevmekle insan kendinden öte kendine ulaşabilir… Genişler, büyür. Dünya olur, Samanyolu Galaksisi olur. Her şey olur. Bu bir değişimdir. Bu insanın kendinden kendini yeniden inşa etmesidir. Bu yaratıcılıktır. Bu hali Vedat Günyol, “Güne Doğarken” isimli eserinde “Ben bugün, dünkü ben değilim,” diyerek ne kadar da güzel ifade etmiş!

Ne mutlu kendini yeniden ve yeniden yaratabilmek için Yaradan’a adım adım yaklaşabilenlere! Ne mutlu “Ben o, o benim” diyerek öğrenmeye gerek kalmadan, biliş halinde yaratıcı öz gücünü idrak eden Gerçek İnsanlara! Ne mutlu.

 

Sevgi ve Saygılarımla,

 

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

4 Yorum

  1. Murat Tali

    Evrenin sonsuz karmaşıklığı ve varoluşunu sorgulama yetisi, kendini tekrar eden döngülerden ve yanılsamalardan sıyrılmak için sürekli bir çaba gerektirir. Bu çaba, insanın hem zihninde hem de ruhunda bir dönüşüm yaratmak için sürdürülmesini sağlar. Ne kadar binlerce yıldır süregelen bu döngüler, bireyin kendini aynı çıkmazın içinde bulmasına neden olur. Bu nedenle insan, varoluşuna dair sorularla yüzleşirken bir yandan da kendi iç hapishanesinden kaçma mücadelesi verir.

    Onun dönemsel bilgilerini, insanın farklı açılardan bakmasını sağlar; ama çoğu sayıda sabittir. Bu durum, insanın gerçekliğinin derinliklerini görünür ve belirsizliğin içinde bir anlam bulmak için tekrar tekrar aynı sorgulamaları yapmak zorlar. Ayrıca insan, dış dünyayı anlamlandırmaya çalışırken aslında kendine ve bu evrenin yerini anlamaya çalışıyor. Döngüyü kırmak için ise sorgulamanın kaybının kaybettiği deneyimlerini daha derin bir bilinçle ele almak önemlidir. Bütün bunlar olurken kendisini tanrı zannetmesi ya da tanrıya şirk koşuyor zannedip aşağı çekmesi de ayrı bir tezatlık… Uzun konu ve derin bir bakış açısı, kalemine sağlık @bahar_umurtak

    Yanıt
    1. Bahar Umurtak

      Sevgili Murat, eskide kalmış her şeyi unutup taze bilgilerle yol almak gerekiyor. Eskiye bakınca sapla saman birbirine karışmış görülüyor. Ben de kendi düşüncelerime uygun olan örnekleri seçip öyle bir dünya kurguladım. Kurgu gerçek de olabilir? Döngüler içinde bu dönem çok önemli çünkü dönem sonu ve yeni bir dönemin başındayız. Kova çağı da denilen kıyamet yani uyanış. Daha çok düşünüp daha çok kendimizi okumaya çalışmamız gerekiyor. Hakikiyetin bilgisi hepimizde var ama saklı. İşte ben de bunu açığa çıkarmak için yazıyorum zaten. Bu platformda olan ve yazımı okuyan tüm arkadaşlarıma da yazmaya başlamalarını öneririm. Kim bilir ne cevherler çıkacak onlardan da… Sevgiyle,

      Yanıt

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir