İnsan, kendisini yaşadığını sanır. Oysa çoğu zaman sadece hayatta kalır. Bir parçasını anneye, bir parçasını babaya, bir diğerini sevgiliye, çocuklarına, dostlarına zimmetler. Ve bir gün, bu sunuculardan biri çöktüğünde, sanır ki kendi de çökmüştür. Oysa baştan beri, kendi aslıyla bağlantı kuramamıştı.
Modern insanın trajedisi budur: Hayatını yedek sunucularda yaşar, kendi “ana diskine” hiç uğramaz.
Başlangıçta bu bir sorun gibi görünmez. Çünkü sistem çalışır: Alarm çalar, işe gidilir, fatura ödenir, çocuğun ödevi yapılır, hafta sonu kahvaltıya gidilir… Sistem çalışıyorsa, insan da çalışıyor sanır kendini. Ama zamanla o sistemin içindeki küçük bad sektörler çoğalır.
Görmezden gelinen her yara, her bastırılan his, her unutulan hayal… sistemin dibinde kayıp veri olarak birikir.
Ve bir gün… Sistem çökmez; insan çöker.
Çöküşün Farkına Varmak
Hastalıklardır ilk sinyal. Ruhsal yorgunluk, anlam kaybı, depresyon, panik atak… Sonra fiziksel hastalıklar başlar; beden, taşıyamadığı ruhun enkazına isyan eder. İşte o zaman insanlar inançlara, öğretilere sarılır.
Reenkarnasyon mu?
Dejavu mu?
Karma mı?
Belki hepsi, belki hiçbiri.
İnsan zihni anlam arar çünkü; çöküşün anlamını bulamazsa, kendini de kaybeder. Ama belki de anlam, bu kadar karmaşık değildir. Belki de çöküş, en yalın haliyle bir çağrıdır: “Kendine geri dön.”
Numeroloji ve Astroloji: Kodlar ve Şifreler
Yıllardır kabalistik numeroloji ve Pisagor numerolojisi üzerine çalışıyorum. İnsanların adlarından, soyadlarından, doğum tarihlerinden çıkan sayılar… Bazen öyle şeyler fısıldıyor ki: Kimin özgüven zaafı var, kim ne için mücadele ediyor, kim hangi duygudan kaçıyor, kim hangi zaferi kazanıp hangi yenilgiden ders alamayacak…
Ve ilginçtir: Bu sistemler %100 doğruluk iddiasında olmasa da, bir arka plan kodu gibi çalışıyor.
Aynı şekilde astroloji de bir başka katman. Yıldızların haritası, insanın ruh atlasını çiziyor.
Tüm bunlar gösteriyor ki; hayat dediğimiz şey, rastgele bir olaylar zinciri değil. Belki de her şey; doğduğumuz anda seçtiğimiz bir deneyim paketinin açılması. Ama ne olursa olsun: Bize verilen en büyük hediye, özgür irade ile bu yazgıyı dönüştürebilme şansı.
Ölümün Değil, Yaşamın Farkına Var
Her konuşmada dönüp dolaşıp ölüm gerçeğine varıyoruz. Çünkü ölüm hep orada: Kapıda, omzumuzda, içimizde. Ama ölüm, korkulacak bir son değil. Ölüm, bize acil uyarı gönderen bir dosttur:
“Şu anda mısın?”
“Gerçekten yaşıyor musun?”
Ölüm her zaman var olacak. Peki biz ne yapacağız? İşte asıl soru burada başlıyor: Ölümü bekleyerek mi yaşayacağız,
yoksa yaşarken ölümü anlamlandıracak mıyız?
Çıkış Yolu: Kendine Dönmek
Peki çıkış var mı? Elbette var. Ama anahtar, başka sunucularda değil. Başka insanlara bağlandığın kabloları kesmek değil mesele; kendi merkezine yeniden bağlantı kurmak.
Bunun yolu ne mi?
- İç sesini duymak, başkalarının gürültüsüne kulak asmamak.
- Bastırdığın her duyguyla yüzleşmek, onları sahiplenmek.
- Başkalarının hikâyelerinde kaybolmak yerine, kendi hikâyeni yazmak.
Ve en önemlisi: Yaşamayı beklememek. Çünkü, dünya harikalarını görmek için milyoner olmayı beklemeye gerek yok. Kimi zaman bir parkta yürürken, kimi zaman bir çocuğun gözlerinde, kimi zaman kendi şiirinde yaşamı yakalayabilirsin.
Son Söz
“Sistem çökmeden önce, ruhunun sesini duy.” “Ölmeden önce, yaşamayı seç.” “Ve en çok: Başkalarının seni yaşamasına izin verme.” Kendine sahip çık dostum. Çünkü bu evrende senin yerini dolduracak başka bir sen yok.