Yükseklerde Ölmek
1974 yılı Temmuz ayında 7134 metrelik Lenin dağına düzenlenen ilk Kadın Ekspedisyonunun lideri, Rusya Dağcılık Federasyonu eski başkanı Vladimir Shatayeva’nın eşi Elvira’ydı.
Vladimir’le benim ilişkim, yıllar önce elde ettiğim Kar Leoparı unvanının resmi belgesini, İstanbul’da düzenlenen “Dünya Dağcılar Birliği” toplantısında onun elinden aldığım günlere kadar gidiyor. 1995 Mayısında Everest’in Ana Kampında tekrar birlikte olduk. Bir kaç gün ara ve 31 yıl yaş farkı ile dünyanın en yüksek dağı Everest’e tırmandık.
Eşi Elvira ve ekip arkadaşlarının acıklı hikayesi, Lenin dağına tırmandığım 1993 yılından bu yana hep aklımın bir köşesinde yer almıştır. Vladimir’e, eşini ve o olayı hiç soramadım ama hakkında yazılanları, söylenenleri hep ilgiyle dinledim.
İyi bir dağcılık geçmişine ve tecrübeye sahip olan Elvira, güçlü karakteriyle hemen herkesin dikkatini çekiyordu. Onun liderliğindeki 8 Rus kadın dağcıdan oluşan ekip, Lenin dağına ilk kadın ekspedisyonunu gerçekleştirerek doğu tarafından Lipkin sırtından tırmanıp, batıdaki Razdelni tepesinden inmeyi planlıyordu.
Büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini alan ve üst kamplarda olan diğer ekipler, ki aralarında Doug Scott ve Ronnie Richards gibi, o dönemin tanınmış dağcıları da vardır, Elvira’ya gelen fırtınanın bilgisini ve hızlı bir şekilde aşağı inmeleri gerektiğini bildirirler. Elvira’nın telsizdeki cevabı çok dengeli değildir; Yorgun olduklarını ve geceyi yukarıda geçirip ertesi sabah Ana Kampa döneceklerini söyler.
Ertesi sabah, yüksek irtifa kamplarında ağır kar yağışı ve çok şiddetli rüzgar yüzünden mahsur kalan kadın dağcılar, Ana Kampa kötü bir gece geçirdiklerini ve fırtınada iki çadırlarını kaybettiklerini bildirirler. Kalan iki çadırlarıyla dörder kişi idare etmeye çalışırlar. Ana Kamp onlara aşağı inme emri verir. Ancak rüzgarın sesi sağlıklı bir görüşmeyi engeller. Saat 17:00’deki telsiz görüşmesinde durum daha da kötüye gitmiştir. Biri hayatını kaybetmiştir, iki dağcı da, dağ hastalığının pençesine düşmüş durumdadır ve konuşmalar gittikçe anlamsızlaşır. Ana Kamptakiler Elvira’nın bu dengesiz durumuna bir anlam veremezler.
Bir sonraki günün akşamında Elvira tekrar telsizle Ana Kampa ulaşır. Hastalanan iki dağcı da hayatını kaybetmiştir ve bir çadırları daha fırtınada parçalanmıştır.
Üçüncü günün sabahı Elvira’nın sesi iyice zayıflar. İki gündür hemen hemen hiç bir şey yemeden ve içmeden buz gibi çadırda beklemek zorunda kalan ekip artık iyice bitkindir. Yalnızca iki dağcı iyi kötü idare eder durumdadır
Aynı gün öğlen yapılan telsiz görüşmesinde, Ana Kamptakiler toplam dördünün öldüğünü ve ikisinin de ölmek üzere olduğunu öğrenir. Elvira ve hala dayanan bir dağcı aşağıya inmeyi deneyeceklerini söyler, ancak 18:30 ve daha sonra 20:30’da yapılan son görüşmelerde, yalnızca ikisinin sağ kaldığını öğrenirler.
O dönemin en güçlü dağcılarından bazılarının bulunduğu Ana Kampta, aşırı derecede kötü hava koşulları ve lojistik sorunlardan dolayı kurtarma operasyonu bir türlü başlatılamaz. Fırtınadan dolayı hiç bir şey yapamayan Ana Kamptakilerin gözleri önünde bütün ekip birer birer ölür. O yıl aşırı kar yağışı, kötü hava ve depreme bağlı çığlar yüzünden toplam 15 dağcı Lenin dağında hayatını kaybeder.
Normal şartlarda çok tehlikeli sayılabilecek bir rotası olmamakla birlikte, 1990 yılında Lenin dağının 1. Kampını vuran büyük çığ, dağcılık tarihinin en korkunç faciası olarak kabul edilir. O sırada 1. Kampta uyumakta veya dinlenmekte olan 43 dağcı hayatını kaybeder. Yalnızca iki dağcı bu müthiş çığdan sağ kurtulur ki, daha sonra biriyle, Alex Courin’le bir yaz birlikte tırmanma ve bütün hikayeyi detaylarıyla dinleme şansım olmuştu. Bu çığdan bir de bir İngiliz ekibi hiç yara almadan kurtulur. Çünkü onların lideri 1.Kampın kurulduğu yeri, herkesin aksine güvenli bulmaz ve ekibini biraz daha yukarıdaki kayaların arasına çıkartır ve kampı oraya kurdurur.
Sonuç olarak, riskli bir spor dalında performansımız, malzememiz ve ekibimiz ne kadar iyi olursa olsun, hesapta olmayan aksaklıklar için mutlaka çevremizi çok iyi gözlemlememiz, aniden değişebilecek koşullara süratle uyum sağlayabilmek için de, gerekli esnekliğe ve beceriye sahip olmamız ve hızlı, doğru, etkin karar vermemiz gerekir. Eğer hayatta kalmak istiyorsak tabii ki…
DALAI LAMA’YI DİNLEMEK
1959 yılında ülkeden kaçmak zorunda kalan genç Dalai Lama ve yandaşları dönemin Hindistan Devlet Başkanı Nehru tarafından Dharamsala’ya yerleştirilirler. Coğrafi ve iklimsel anlamda Tibet’e benzerlikler gösteren bu huzurlu bölge, sürgündeki Tibet halkının ikinci vatanı olur. Dalai Lama o tarihten sonra, Tibet’in bağımsızlığı için çalışmalarını buradan sürdürür.
Nobel Komitesi, 1989 yılı Barış Ödülünü, Tibet halkının dini ve politik lideri 14. Dalai Lama Tenzin Gyatso’ya vermeyi uygun buldu. Komite, Dalai Lama’yı, Tibet’in bağımsızlığını kazanması ve tarihi – kültürel mirasını korumak amacı ile, karşılıklı saygı ve tolerans üzerine kurulu barışçı çözümler oluşturma çabaları üzerine bu ödüle layık gördü.
Dalai Lama, tüm insanlara hatta tüm canlılara saygı duyan ve evrensel bir sorumluluk duygusu üzerine kurduğu barış felsefesini geliştirdi. Uluslararası anlaşmazlıklara, insan hakları sorunlarına ve çevre problemlerine getirdiği yapıcı ve ileriye dönük düşünceleri, Nobel Barış Ödülü sonrasında, dünya kamuoyunun yoğun ilgisini ve sempatini çekti.
1997 yılında motosikletle İstanbul’dan Katmandu’ya ve ardından Sıkkım’a gittiğim 4 ay süren yolculuğum sırasında, Dalai Lama ile karşılaşma fırsatı da buldum. Yaşına göre oldukça dinç olan bu neşeli ve sevimli insanın bir sabah Gangtok’daki İngilizce verdiği dersi izleme şansım oldu. Sıkkım’ın değişik manastırlarında ve bölgelerinde, o hafta içinde verdiği diğer üç derse de katıldığım halde, kullanılan dillerin Tibetçe ve Hintçe olmasından dolayı ne yazık ki takip edemedim. Ancak en sonunda bir grup gezgin arkadaşımla birlikte kararlı takibimiz sayesinde, budizmin ruhani liderinin Sıkkım’da özel bir gruba verdiği İngilizce inisiyasyonunu alabildik.
Dalai Lama ilk olarak İngilizcesinin çok iyi olmadığından bahsetti ve bu yüzden konuşmasına yapabileceği hatalardan özür dileyerek başladı. Toplum içindeki uyumun ve kişinin kendisiyle barışık olmasının öneminden söz etti. Bunların kişiden kişiye ve toplumdan topluma geçerek, diğerlerinin de yararına olması gerektiğini belirtti. Kişinin akli ve fiziki güçlerinden bahsetti, ve esas olanın akli güç olduğunu söyledi. Zihnimizi okyanusa benzetti, derinlerde sakin ama yüzeyde dalgalı. Karşılıklı hoşgörünün ve uzlaşmacılığın insandaki temel kavramlar olması gerektiğini söyledi.
Konuşmasının sonlarına doğru da, dinlerin iki türlü olduğundan, bir Tanrıya dayalı dinler ve belirli bir Tanrısı olmayan ama yüksek varlıkların bulunduğu dinlerden söz etti. Her iki türdeki dinlerin de, aynı amaca yönelik olduğunu, insanların mutluluğunu, huzurunu, uyumunu arttırmak için var olduğunu söyleyerek, her insanın aynı kalıba sokulamayacağından dolayı, çeşitliliğin önemli ve gerekli olduğunu savundu. Geleneğe göre, tüm varlıklara karşı merhametin ve şefkatin bedenlenmiş hali olan Dalai Lama’nın, bu son derece sıcak ve her inanışa, her düşünceye karşı hoşgörü dolu tutumu, ne kadar yüksek ruhlu bir insan olduğunu gösteriyor.
İki buçuk yıl sonra bile, bu sıcak konuşmayı hala çok hoş bir anı olarak hatırlıyorum.